TRANSLATE

English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

++Sitene Ekle

HÜRRİYET

31 Mart 2012 Cumartesi

Matematiği Hangi Uygarlık Buldu?

Bir nehir düşünün. Çağıl çağın akan. Yukarıya, nehrin kaynağına doğru bir gezintiye çıkın hayalinizde. Yürüdükçe, küçük akıntıların nehre karıştığını göreceksiniz. Zaman zaman daha büyükçe dereler, hatta bir yerde kaynağın hangi yönde olduğunu şaşıracağınız iki büyük ırmağın birleşme noktasına gelebileceksiniz. Sağdakini seçin. Soldaki ile sağdaki aynıdır varsayarak. İlerleyin kaynağa doğru. Göreceksiniz, kaynağa yaklaştıkça küçük küçük akıntılar birleşerek gittikçe büyüyen dereleri, dereler ırmakları, onlar da nehirleri oluşturuyorlar. İşte böyle bir şey matematiğin bulunması. Belirli bir bulanı yok. Birçok uygarlığın katkılarıyla oluşuyor. En önemlileri Mezopotamya Uygarlıkları, Çin, Hindistan, Eski Mısır ve Eski Yunan. Bunların bileşimi, MÖ 500-300 döneminde kayıtlara alınmış, eklenmiş görünüyor. Yunan matematiğini alıp geliştiren ve Batı Avrupa'ya iletenler İslam bilim adamları. Sonrası zaten biliniyor. Çok özet ama durum aşağı yukarı böyle. Yani matematiği şu uygarlık bulmuştur demek mümkün değil.

Bumerang Ne İçin Kullanılmıştır?

Bumerang, geri dönmesi üzerine tasarlanmıştır. Hafif ve hızlıdır. Büyük bir bumerang bile 80 kg'lık bir yetişkin erkek kangurunun kafasında bir sıyrık atmaktan öteye gidemez; diyelim ki kanguruyu yere devirdi, o zaman da geri dönmesine gerek kalmazdı.
Bumerang kuşlar için kullanılmıştır 
Aslında bumerang hiçbir şekilde sopa niyetiyle yapılmamıştır Bumerang, şahinleri taklit edip, av kuşlarını ağaçlara gerilmiş ağlara çekmek amacıyla yapılmıştır (bir nevi muz şeklinde ve tahtadan av köpeği).
Bumerang Aborijinlere has da değildir Polonya'da da bulunmuştur 
Fırlatılıp geri dönen en eski alet Polonya Karpatlarındaki Olazowa Mağarasi'nda bulunmuştur ve 18.000 yıllıktır. Araştırmacılar bu aleti denemişler ve hâlâ çalıştığını görmüşlerdir.
Mısırlılar da benzer geri dönen tahtalar kullanıyorlardı 
Bu da bu aletin uzun süredir kullanıldığını göstermektedir. Başarılı bir bumerang yapmak için gerekli fiziksel özellikler o kadar kesindir ki, her biri birbirinin tıpa tıp aynısı olmalıdır. En eski Aborijin bumerangları 14.000 yıllıktır. Eski Mısır'da MÖ 1340'tan itibaren çeşitli tiplerde fırlatılan tahtalar kullanıldı. MS 100'lerde ise Batı Avrupa'da, cateia adlı geri dönen tahta bir sopa, kuş avlamak için kullanıldı.
17. yüzyılda Seville Piskoposu cateia'yı şöyle tanımlamıştır: "Çok esnek malzemeden yapılan ve fırlatılan bir tür Galya aleti var; ağır olmasından ötürü fırlatıldığında çok uzağa gitmiyor ama gideceği yere mutlaka varıyor. Onu sadece çok büyük bir güç kırabilir. Ama eğer usta biri fırlatırsa, fırlatan kişiye geri döner."
Avustralya Aborijinlerinin bumerangda usta olmalarının nedeni? 
Avustralya Aborijinlerinin bumerangda usta olmalarının sebebi belki de hiçbir zaman ok ve yay yapamamış olmalarıdır. Aborijinlerin çoğu hem bumerangı hem de "kylie" adlı geri dönmeyen fırlatma çubuklarını çok iyi kullanırdı.
"Bou-mar-rang" kelimesinin kayıtlı ilk kullanımı 1822'de gerçekleşmiştir. Bu kelime Sidney yakınlarındaki George Nehri çevresinde yaşayan Turuwal halkının kullandığı dilden gelir.
Turuwal'ler avlanma amaçlı aletleri için başka kelimeler kullanırlardı; "Bumerang" kelimesini ise, fırlatılınca geri dönen sopa anlamında kullanıyorlardı. Turuwalce, Dharuk dil grubunun bir parçasıdır. Diğer dillere Aborijinlerden geçmiş olan kelimelerin çoğu (valabi, dingo, kookaburra kuşu ve koala da dahil) Dharuk dillerinden gelmektedir.

Ortalama İnsan Boyu Sürekli Uzayacak Mı?

Ortalama insan boyu, çocukluk dönemindeki beslenme ve cinsel seçilim nedeniyle, en azından Batı dünyasında uzuyor. Ancak kadınların 183 cm'den uzun erkekleri daha çekici bulma eğilimlerinin devam etmeyeceği tahmin ediliyor, çünkü 188 cm. üzerindeki insanların, boyları nedeniyle sağlık problemlerine yatkınlıkları artıyor. Bunun nedeni de 203 cm'den daha uzun insanların kalpleri bedenin tamamına kan pompalamada zorlanıyor.

30 Mart 2012 Cuma

Aynı Anne Ve Babanın Çocukları Niçin Farklı Oluyor?

Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirliyorsa, her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa, aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir. 
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom birleştikleri zaman "X" harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur. 
Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan "X" şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır. 
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin tamamen aynı "X" şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu da buradadır. 
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört kişinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şekilden oluşur ve her çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.

Erkekler Eskiden Nasıl Tıraş Oluyorlardı?

Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların, köpekbalığı dişlerinin, en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur. MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı, ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keşfetti. Daha sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler.

29 Mart 2012 Perşembe

Kuşlar Uyurken Niye Ayaklarını Yukarı Çekerler?

Bazı kuşların uyurken bir bacaklarını gövdelerine doğru çekmelerinin nedeni bu hareketin kuşun vücudundan ısı kaybını önlemesi olarak açıklayabiliriz. Kuşların bacakları üzerinde tüyler bulunmadığı için bu açık bölgelerden ısı kaybı oldukça yüksek olabiliyor. Zaten dikkat edilirse kuşların uyuma sırasında vücut yüzeylerini olabildiğince küçültecek bir şekil aldıklarını, örneğin bacaklarını gövdeye doğru çekmenin yanı sıra başlarını da iyice gövdelerine gömdüklerini gözlemleyebiliriz.

28 Mart 2012 Çarşamba

Burnumuz Neden Akar?


Soğuk algınlığı, alerji, baharatlı yiyecekler gibi şeyler nasıl burnunuzun akmasına yol açar? Normal olarak, burnunuzdaki zar vücuda giren ajanları, mikropları engellemek için mukus (sümük) üretiyor. Burnun her gün bir litre sümük ürettiği tahmin ediliyor. Fakat, bazı uyaranlar sümük üretimini daha da artırabiliyor. Örneğin, soğukalgınlığı geçiriyorsanız, vücudunuza saldıran virüsleri durdurmak için ekstra sümük üretiliyor ve sümüklerle bu virüsler dışarı fışkırtılıyor. Soğuk hava çok küçük filizleri ya da burun boşluğunuzun iç duvarındaki ince tüyleri mahvediyor. Normalde bu tüyler sümüğü boğazınızdan aşağıya geri sürükleyip götürüyor. Fakat sıcaklık düştüğünde bu tüyler çalışmıyor ve sümüğün burun deliğinizden akmasına izin veriyor. 
Alerjiler de aynı etkiye sahip. Akciğerlere giden alerjenleri durdurmak için burun sümük üretimini artırıyor. Baharatlı yiyeceklerde durum biraz daha farklı. Kırmızı biberde bulunan kapsaisin, doğal bir burun tıkanıklığını giderici ilaçtır. Burnunuzdaki mukusu inceltir ve akışkan hale getirir.

27 Mart 2012 Salı

Neden Bilgisayar Klavyeleri Alfabeye Göre Dizilmemiştir?

Bunu bilmek sizi de şaşırtacak, ancak dünyada Q klavye olarak bildiğimiz tuş dizilimi aslında daktilonun icat edildiği ilk günden beri değişmedi. Neden tuşların bu şekilde dizildiği konusunda da çeşitli rivayetler olmasına rağmen şimdilik en yaygın kabul gören hikaye şu: Yazı makinesinin mucidi olan Christopher Latham Sholes, 1867'de cihazın patentini alarak ilk çalışan örnekleri ortaya koyduğunda cihazın tasarımından kaynaklanan mekanik bir sorunla karşılaşır. İcat ettiği yazı makinesinin harfleri kağıda basmak üzere kullandığı mekanik harf kolları, kapalı bir kutunun içinde yer almaktadır ve iki kol birden kağıda doğru havalandığında içerde sıkışmaya neden olmaktadır. Sholes bu problemin çözümü için, kullanıcının yazım hızını yavaşlatmak üzere harflerin yerlerini alabildiğine karıştırarak en çok kullanılan harfleri elin en zor ulaşabileceği yerlere yerleştirmeyi uygun görür ve Q klavye adını verdiğimiz harf dizilimi ortaya çıkar. Daha sonra bu cihazın üretim hakkını satın alarak 1874'te seri üretime geçen E. Remington & Sons firması aynı harf dizilimini kullanmaya devam eder ve cihaz bu harf dizilimiyle tanınır. Erken kalkan yol alır misali, bu dizilim bir daha değişmez.
Tabii bu konuda anlatılan başka efsanevi hikayeler de var. Örneğin bu hikayelerin bir diğeri şunu iddia eder: İlk üretilen yazı makinesinin adı "Sholes & Glidden Type Writer" olarak geçer. Buradaki "Type Writer" kelimelerini oluşturan harflerin tamamı Q klavyenin en üst sırasında yer almaktadır. Böylece satıcılar, bir kağıda kolayca "Type Writer" yazarak ürünlerinin yeteneğini karşılarınmdakine gösterme şansı bulmaktadırlar.
Bu arada, tarih boyunca Q klavyenin daha iyi alternatifleri olabileceğini düşünenler de olmamış değil. Örneğin Washington State Üniversitesinden Prof. Dr. August Dvorak, 1932 yılında İngilizce'de çok kullanılan harflerin klavyenin en kolay ulaşılabilir yeri olan orta sırasına toplandığı bir klavye dizilimi önerir. Dvorak'ın araştırmalarına göre, sekreterlerin parmakları gündelik yazı işleri sırasında Q klavyede 16 mil yol alırken Dvorak klavyesinde sadece 1 mil yol almaktadır. Ancak daktilo ustalarının Q klavyeye olan mevcut alışkanlıkları ve piyasanın Q klavye tarafından çoktan istila edilmiş olması nedeniyle Dvorak'ın klavyesi yayılamaz ve kaybolup gider.
Q klavye dışında, Türkçe için kullanılan F ve diğer bazı ülkelerde kullanılan A klavye dizilimleri de mevcut. Bunlar da Dvorak'ın yapmaya çalıştığını temel alarak, kullanıldıkları ülkelerin diline göre yaygın kullanılan harfler elin nispeten kolay ulaştığı merkez konumlara yerleştirme amacı taşıyorlar ve bu sayede yazım hızını artırmayı hedefliyorlar.

26 Mart 2012 Pazartesi

Damarlarımızın Uzunluğu Kaç Km.'dir?

Vücudumuzdaki tüm damarların uç uca eklenmesi halinde toplam uzunluğunun 160.000 km olduğu uzmanlarca belirtiliyor. Yani, Dünya'nın çevresini bir değil, dört kez dolaşacak uzunlukta. Dolaşım hızına gelince, kanın değişik organ ve dokulara ulaşması, farklı hızlarda ve karmaşık bir örüntüye göre gerçekleştiğinden, örneğin tek bir kırmızı kan hücresi saniyede şu kadar yol alır diye bir genelleme yapılamıyor. Bununla birlikte vücudumuzdaki tüm kanın birkaç dakika içinde sistem içinde dolaşıp oksijenlenmesini tamamladığı söylenebiliyor.

25 Mart 2012 Pazar

Yüzümüz Neden Kızarır?


Başkalarının önünde gülünç duruma düşme, yetersizlik ya da başarısızlık duyguları sizi utandırabilir. Utançtan dolayı yüzünüz kıpkırmızı olur. Utanç, bizi bunaltır ve bu "dövüş ya da kaç" prensibini tetikler ve vücudumuz korkuyla savaşmak ya da ondan kaçmak için adrenalinle şarj olur. 
Adrenalin, kaslara bol oksijen desteği sağlamak için kalbin hızlı çarpmasına yol açar. Fakat, bu bizim daha sıcak hissetmemizi sağlar. Kendimizi serinletmek için, terleriz ve kan cilt yüzeyindeki kılcal damarlara doğru akar ve kızarmaya neden olur. Yüzümüzde daha fazla kan damarı olduğundan yüzümüz kızarır. 
Diğer birçok stres türü de kızarmanıza yol açar. Kızarmaya başladığınızda bunu durdurmak zordur. Londra'dan Dr. Michael Sinclair, "Bir kez kızardığınızda, diğerlerinin önünde zayıf göründüğünüzü düşünerek bir çoğunuz daha fazla utanıyor ve kızarıyor" dedi.

Sabunun Dış Kısmı Daima Temiz Midir?

Kesinlikle hayır. Kullanıldıktan sonra sabunun dış yüzeyinde su, köpük ve kir kalır. Su ve köpük kurur ama kir ordadır. .

Gazlı İçeceklerin Üzerinde Neden Hep "Soğuk İçiniz" Uyarısı Vardır?


Bildiğiniz üzere birçok gazlı içeceğin üstünde "Soğuk içiniz" ifadesi yar alır. Nedeni soğuk olarak tüketmenin daha güzel olması değil,gazların çözünürlüğü ile etkilidir.
Genellikle bütün gazlı içeceklerde CO2 gazı vardır.Gazların çözünürlüğünü etkileyen etmenler sıcaklık ve basınçtır.Sıçaklık çözünürlük ile ters orantılıdır. Sıcaklık azaldıkça daha iyi çözünür. Basınç ile doğru orantılıdır. Yani basınç arttıkça çözünürlük artar. O yüzden içeceği soğuk olarak içmek CO2 gazının şişe açıldığında uçmamasını sağlayacaktır. Yoksa şekerli sudan bir farkı kalmazdı.

Hapşırırken Gözlerimizi Kapamazsak Gözlerimiz Yerinden Fırlar Mı?


Hayır, birçok nedenden dolayı böyle bir şey olmaz. Öncelikle hapşırmayla ilgili olan burun ve boğazdaki hava deliklerinin hiçbiri gözlerin arkasında bulunan hiçbir şeyle doğrudan bağlantılı değildir. Bunun anlamı da, hapşırma sonucu ortaya çıkan hava basıncı gözlerinizin dışarı fırlamasına neden olmaz.

24 Mart 2012 Cumartesi

Atmosferdeki Oksijen Oranı Neden Hep Sabittir?

Atmosferik oksijen, dünya (standart) atmosferini yüzde 20,95’ini veya yaklaşık olarak 210.000 ppm'ini oluşturmakta. Şu an da dünyadaki oksijen seviyesinde son 20 yıldan beri devam etmekte olan bir azalma eğilimi olduğu bilinmekte. Avustralya'da yapılan bir çalışmaya göre oksijendeki bu azalma şuan yüzde 0,03 civarında. Bu azalmanın belli başlı nedeni, dünya üzerindeki ormanların yok olması ile beraber ve fosil yakıtların yakılmasında oksijenin kullanılması ile biyosferdeki oksijen çevriminde bozulmadır. Oksijen seviyesindeki azalmanın canlıların nefes alması üzerine henüz kötü bir etkisi yok. Bu nedenle, bilimsel literatürde atmosferik oksijen seviyesi üzerine şuan çok fazla çalışma bulunmamakta.
Oksijendeki zamansal bu değişeme ilave olarak, atmosferik oksijenin seviyesi şehir, kırsal alan, bina içi ve dışı, vb benzeri yerler arasında da değişiklikler göstermektedir.

Balinaların Ömrü Kaç Yıldır?


Balinalar denize uyum yapmış devamlı olarak suda yaşayan memeli, dolayısıyla akciğer solunumu yapan, hayvanlardır. Uzun balina 100 yıl, mavi balina 90 yıl, gagalı balina 36 yıl kadar yaşayabilir.

Deniz Kaplumbağaları Yavruları Neden Işığa Yönelir?

Deniz kaplumbağaları yumurtalarını kumasal bırakırlar. Yavru bakımı bulunmaz. Anne kaplumbağalar yumurtladıktan sonra kumsalı terk ederler. Böylece yuvanın yerinin belirlenmesini önlerler. Yavrular geceleyin yumurtadan çıkarlar. İlk hedefleri denize ulaşmaktır. Bunun için dalga sesi ve ay ışığının suda yansımasını kullanırlar. Bu zaman içinde genlerine yerleşmiş bir davranış biçimi. Ancak günümüzde, yapılaşma ve araçların ışıkları bu canlıların deniz yerine, farklı yerlere yönlenmesine neden oluyor. Soylarının tehlikeye girmesinin bir nedeni de bu.

Balık Yemek Zekayı Arttırır Mı?


Beslenme uzmanları olumsuz hiçbir yanı bulunmayan balık etini hararetle tavsiye ederler. Balıkta bol miktarda protein, vitamin ve mineral tuzlar vardır. Tuzlu suda yaşamasına rağmen balık etinde çok az tuz vardır. Hatta balıkların birçok türünü doktorlar tuzsuz yemek rejimlerinde önerirler. 
Yağlı balıklarda bulunan lipitlerin insan sağlığı üzerine hiçbir zararları olmadığı gibi vücudu kalp ve damar hastalıklarına karşı da korurlar. Bol miktarda balık tüketilen ülkelerde yapılan sağlık ve yaşam suresi istatistikleri de bu görüşü destekler. 
19. yüzyılda iki Alman kimya mühendisi, beynin zihinsel aktivitesini yürütebilmesi için gerekli kimyasal elementin 'fosfor' olduğunu ileri sürdüler. Hatta bu düşüncelerini 'fosfor olmadan bir beyin sağlıklı çalışamaz' diyerek çok iddialı bir biçimde sundular. 
Bu arada bir başka bilimci de balık etinin fosfor bakımından çok zengin olduğunu ortaya çıkarınca, bu iki fikir birleşti ve balık etinin beyine dolayısıyla zeka gelişimine çok faydalı olduğu gibi genel bir inanış doğdu. 
Aslında fosfor insan organizması için gerçekten gereklidir. Gereken miktar et, süt, tahıllar ve sebzelerin yanında balıklardan da sağlanır. Fosfor vücutta kemiklerde ve dişlerde kalsiyumla birleşmiş halde bulunur. Fosforun eksikliği çocuklarda kol ve bacak kemiklerinde biçim bozukluklarına, yetişkinlerde ise kemik yumuşamasına neden olur. 
Eczacılıkta kullanılan fosfor ise beyaz fosfordur. Eskiden fosforlu bitki yağı ve fosforlu balık yağı şeklinde insanlara sinir kuvvetlendirici ilaç olarak verilirdi. Zamanla bu tip ilaçların zehirlenmelere yol açtıkları tespit edildi ve kullanımdan kaldırıldılar. 
Günümüze kadar yapılan araştırmalarda fosforun, beynimize gerekli diğer kimyasal elemanların yanında fazladan bir faydasının olduğu ve beynin fonksiyonlarını arttırdığı saptanmamıştır. 
Sonuç olarak, balıkta ciddi bir oranda fosfor yoktur, olsa bile fosforun fazlası insan zekasını arttırmaz sadece çok ciddi zehirlenmelere yol açar.

23 Mart 2012 Cuma

Soğan Doğrarken Niçin Gözümüz Yaşarır?


 Soğanın anavatanının Güneydoğu Asya olduğu sanılıyor. Günümüzde ise dünyanın her yerinde, özellikle sıcak iklim kuşaklarında yetiştirilmekte ve tüketilmektedir. Soğanın tarihi o kadar eskiye gitmektedir ki, kayıtlı tarihten de önce Çin, Hindistan ve Ortadoğu'da yiyecek olarak kullanıldığı tahmin ediliyor.
Soğan besleyici bir gıda olamsının yanı sıra müthiş bir aromatik özelliği de sahiptir. Bu aromada içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek başına kükürtlü maddelerden kaynaklanmamaktadır. Soğan ve sarımsakta sülfür ihtiva eden amino asitlerin türevleri de vardır.
Bir soğanı kestiğinizde bunlardan "S1 propenylcysteinesulphoxide" adı verilen kısım çözülür ve gözlerimizi tahriş eden "proponal-S oxit" adlı kısmı ortaya çıkar. Kimya ilminin karışık kelimeleri aklımızı karıştırmadan esasa geçersek, bu maddenin gözümüze değmesi ile bir çeşit hidroliz olur ve içinde eser miktarda bulunan sülfrik asit gözümüzü yakar ve yaşarmasına neden olur.
Bu bileşimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düşük bir ısı işlemi sonucunda dahi tamamen yok olurlar. Bu nedenle de pişmiş soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaşartamazlar. Soğan doğrarken gözlerinizin yaşarmaması için önerilen birçok önlem vardır.
Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aşçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak tutmayıveya soğanı çeşmeden akan suyun altındfa kesmeyi öneriyorlar. Bir başka görüş ise soğan doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüşe göre gaz nefesimizle birlikte burnumuza girip gözümüze yaklaşmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmış. Bunu sağlamak için de dişlerimizin arasına bir metal kaşık koymak yeterliymiş.
Soğan doğrarken gözlerimizin yaşlanmasını önlemek için, dudaklar arasına bir limon dilimi, dişler arasına bir kesme şeker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var. Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi şeylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia ediyorlar.
Diğer görüşler ise, soğanın doğranılmasına tepesinden başlanılması ve cücüğünün en sona bırakılması veya soğanı doğramadan önce yarım saat buzdolabında tutulması şeklinde. Soğan doğrarken deniz gözlüğü veya kontakt lens takılmasının faydalı olacağını ileri sürenler de var. Bu kadar çok önlem seçeneğinin içinde, siz bir tanesini bile uygulamıyorsanız, yapacak bir şey yok, soğanı ağlaya ağlaya doğramaya devam edeceksiniz.

Dünya'nın En Fazla Yağış Alan Yeri Neresidir?

Yağmurlu gün sayısının en fazla olduğu dünyanın en yağışlı bölgesi, Hawaii'deki Kauai Adasında bulunan Wai-'ale-'ale Dağıdır. Bu bölgeye, her yıl 350 gün boyunca yağmur yağıyor. Hawaii Adaları, Büyük Okyanus'ta bulunuyor. Bu bölgede her yıl sıcak ve nemli güneydoğu alizeleri eser. Wai-'ale-'ale Dağı'nın üzerinden yükselmeye zorlanan rüzgarlar soğur. Yoğun bulutlar ve dağın rüzgarlı tarafına sağanak yağmur yağar. Bu bölgeye düşen yıllık ortalama yağış miktarı 11.455 mm'dir. Dağın rüzgardan korunan tarafıysa, yılda yalnızca 250 mm yağış alır. Bunun nedeni, rüzgarların alçalırken ısınması ve daha az su buharı içermesidir.

İnsanların Niçin Bazıları Solaktır?

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak olmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, katılımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil. 
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır. 
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yarısının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her, iki yarısının da birbirinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü. 
Solakların oranı hakkında çeşiti görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özleştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar. 
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır. 
İngilizce'de sol anlamındaki "left" kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan "lyft" kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki "right" ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

22 Mart 2012 Perşembe

Albert Einstein Neden Başarılıydı?

Albert Einstein çoğu insan tarafından dahi olarak görülür. Şu ana kadar yaşamış en etkili bilim insanı olmanın yanında teorik fizikçi, filozof ve yazardı. Bilime birçok katkı sağlamış Einstein’ın başarı sırlarını merak ediyor musunuz? İşte Einstein’dan 10 hayat dersi…
1. Merakınızın peşinden gidin.
‘Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.’
Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.
2. Azim paha biçilmezdir.
‘Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum.’
Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.
3. Bugüne odaklanın.‘Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati vermiyor demektir.’
İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin.
4. Hayal gücü güç verir.‘Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir.’
Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einstein şöyle der: ‘Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil’. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.’
5. Hata yapın.‘Hiç hata yapmamış bir insan yeni bir şey denememiş demektir.’
Hata yapmaktan korkmayın. Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz hatalar sizi daha iyi bir konuma getirebilir. Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın.
6. Anı yaşayın.‘Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir.’
Geleceği ayarlamanın tek yolu olabilidiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli olan tek an şimdidir.
7. Değer yaratın.‘Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın.’
Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelecektir.
8. Farklı sonuçlar beklemeyin.‘Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek.’
Hergün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.
9. Bilgi deneyimden gelir.‘Bilgi malumat değildir. Bilmenin tek yolu deneyimlemektir.’
Bir konuyu tartışabilirsiniz ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır. Bir konuyu bilmek istiyorsanız onu deneyimlemelisiniz.
10. Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın.‘Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz.’
Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek. Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur!
 

Niçin Gıdıklanıyoruz?

Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından, hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız, ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile. 
Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beynin gıdıklanmaya tepkisi, kaşınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir. 
Gıdıklanma ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atışı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir. 
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır. 
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanmayız.

Niye Birbirimize Sarılırız?


İnsan ırkı fiziksel temastan ciddi anlamla etkilenen varlıklardır.Birine dokunduğumuzda beynimiz oksitosin adı verilen rahatlatıcı bir hormon/nörotransmiter salgılar. Bu hormonun diğer adı da “sarılma hormonu”dur.
Oksitosinin görevleri arasında doğumu kontrol etmek, doğum sonrası süt salgılanmasını harekete geçirmek, insanlar arasındaki bağı güçlendirmek ve fiziksel cinsel teması sağlamak vardır. yapılan araştırmalar oksitosinin birleştirme ve doğumdan başka işlevleri olduğunu da göstermiştir. Bu hormon vücudunuzda dolaşmaya başladığında huzurlu ve mutlu bir ruh haline bürünürüz. Bize dokunan kişiye karşı duygusal bir bağ hissederiz. Ancak oksitosin sosyal benliğimizi sadece olumlu anlamda etkilemez. Bazı kötü etkileri de bulunmaktadır. İşte oksitosin hormonunun bilmediğiniz iyi ve kötü etkileri…
İnsanları analiz etmeye yardımcı olur
Oksitosin reseptörlerinin çoğu beynin amigdala bölümünde yer alır. Birini asık suratlı gördüğünüzde onun üzüldüğünü düşünmenizin sebebi amigdalanın fiziksel ipucundan yola çıkarak buna duygusal bir mana vermesidir. Yani oksitosin hormonu kişilerin ruh halini anlamamıza yardımcı olur.
Kıskançlığı artırır
Oksitosin kişilerin birbirine ısınmasında yardımcı olur. Ancak aynı zamanda kıskançlık duygusunu da artırdığı görülmüştür. İsrail Haifa Üniversitesi’nden araştırmacılar 56 kişinin yarısına etkisiz bir ilaç verirken diğer yarısına oksitosin hormonu verdiler. Ardından hayali bir kahramanla bir oyun oynamalarını söylediler. Oyun sonucunda 3 tane sonuç ortaya çıktı: Hayali kahraman kazandı, daha çok para kaybetti ve sonuç eşit oldu. oksitosin verilen kişilerin hayali kahraman kazandığında çok daha kıskanç olduğu ancak sonuç eşitken hiçbir şey hissetmediği görüldü.
Daha cömert olmanızı sağlar
Zürih Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada teste tabi tutulan 178 kişiden bir kısmına oksitosin spreyi sıkılırken diğerlerine etkisiz bir sprey püskürtüldü. Ve hayali bir işe para yatırmaları istendi. Oksitosinin kullanıldığı kişilerin çok daha fazla para yatırması ise araştırmacıların dikkatini çekti. Yani bu hormon kişilerin paraya bakış açısını da etkiliyor.

f Klavye Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

Yazı yazmakta kullanılan klavyeler, genellikle kullanılan dilde en sık telaffuz edilen harflerin en kolay ulaşılacağı yerlere yerleştirilmesi ilkesini taşır. Böylece yazı yazan kişi kolaylıkla aradığı tuşları bulabilir. Q klavyeler İngilizce'ye uygun biçimde tasarlanmıştır. F klavyelerdeyse, Türkçe söylenişte en sık kullanılan a, e gibi sesli, k, m gibi sessiz harfler klavyede parmakların en kolay erişebileceği yerlere
yerleştirilir. 
Günümüzde kullanılan bilgisayar klavyeleri daktilo kullanılan dönemlerden kalmadır. Daktilodan bilgisayara geçildiğinde harf diziliminde değişiklik yaşanmadı. Gerek q, gerekse f klavyeler yazı yazan kişinin belli bir hızda
yazı yazmasına olanak verecek şekilde tasarlanmıştı. Daktilo kullanıldığı
dönemlerde gereğinden hızlı yazmak tuşların kilitlenmesine nende oluyordu.
Bu yüzden çok yavaş yazmak kadar çok hızlı yazmak da istenen bir şey değildi. En uygun hızda yazmak üzere tasarlanan tuş dizilimi daktilodan bilgisayara geçildiğinde varlığını korudu.

21 Mart 2012 Çarşamba

Neden Dalgıçlar Denize Atlarken Arkaları Denize Dönük Ve Sırt Üstü Bir Şekilde Atlarlar?

Dalgıçlar suya girerken çeşitli teknikler kullanırlar. Bu teknikleri üzerlerindeki ağır malzemelerden dolayı suya güvenli biçimde girmek için kullanırlar. Kıyıdan yürüyerek suya girilecekse, tüm malzemeler kuşanıldıktan sonra geri geri yürüyerek suya girilir ve uygun derinliğe gelince yüzme pozisyonuna geçilir. Suya tekneden girilecekse, suya atlama kısmına gelip, sıçramadan ileriye doğru geniş bir adım atılarak ayaküstü suya girilir. Böylece hem malzemelerin bir yerlere takılması önlenir, hem de dalgıcın üzerindeki ağırlık dalgıca zarar vermez. Eğer küçük bir bottan suya girilecekse, botta ağaya kalkmak ve dengede durmak zor olacağından, botun kenarından denize sırtüstü atlanır. Böylece tüpün ağırlı ilk olarak suya girer ve vücuda bir zarar vermez. Tüm suya giriş tekniklerde amaç dalgıcın güvenli biçimde suya girmesini sağlamaktır.

Evren Ne Renktir?


Resmi olarak bejdir. 
2002'de, Johns Hopkins Üniversitesi'nden Amerikalı bilimciler, Avustralya Kırmızıya Kayan Galaksileri İnceleme Kurumu'nun topladığı 200.000 galaksi ışığını inceledikten sonra evrenin soluk yeşil renkte olduğu sonucuna vardılar. Evren göründüğü gibi, gümüşi parçalarla siyah değildi. Dulux renk katalogunu standart olarak alırsak, bu renk, Meksika yeşili, yeşim yeşili ve Shangri-La ipek yeşili arasında bir yerde yer alıyordu. 
Bununla birlikte, Amerikan Astronomi Derneği'ne yapılan açıklamadan birkaç hafta sonra, hesaplamalarında bir hata yaptıklarını ve evrenin aslında daha çok köstebek derisi renginin kasvetli bir tonu olduğunu itiraf etmek durumunda kaldılar. 
17. yüzyıldan bu yana, en büyük ve en meraklı zihinlerin bazıları geceleyin gökyüzünün neden siyah olduğu üzerine kafa yordu. Eğer evren sonsuzsa ve eşit biçimde dağılmış sonsuz Sayıda yıldız içeriyorsa, baktığımız her yerde bir yıldız bulunmalı ve gökyüzü geceleyin gündüz gibi aydınlık olmalıydı. 
Bu durum, bu sorunu 1826'da tanımlayan Alman gökbilimci Heinrich Olbers'e (bunu yapan ilk kişi değildi) atfen, Olbers Paradoksu olarak bilinir. 
Şu ana kadar hiç kimse bu soruna gerçekten doyurucu bir cevap sunamadı. Belki yıldızların sayısı sonsuz değildir, belki en uzaktaki yıldızların ışığı bize henüz ulaşmadı. Olbers'in çözümü şuydu: Geçmişteki bir zamanda bütün yıldızlar ışık saçmıyordu ve bir şey onların ışık saçmaya başlamalarını sağlamıştı. 
En uzaktaki yıldızların ışığının hâlâ yolda olduğunu ilk söyleyen kişi, kehanet gibi şiirsel düzyazısı Eureka (1848) ile Edgar Allan Poe'ydu. 
2003'te Hubble Uzay Teleskopu'nun Ultra Derin Alan Kamerası, geceleyin gökyüzünün en boş görünen kısmına doğrultuldu ve film bir milyon saniye (yaklaşık 11 gün) boyunca ışıklandı. Ortaya çıkan fotoğraf, her birinde evirenin belirsiz uçlarına uzanan yüz milyonlarca yıldızın bulunduğunu ve bugüne dek bilinmeyen on binlerce galaksiyi gösteriyordu

Birçok Otelde Resepsiyonu Aramak İçin Neden 9 Tuşuna Basılıyor?


Bu geleneğin kökeni, telefonun kadranlı olduğu günlere uzanıyor. O zamanlar "9" çevrilerek operatöre, oradan da aranılan numaraya ulaşılırdı. Ayrıca, "0" çevrilerek de PTT santralından görüşülecek numara istenirdi. Kadranın en üstünde bulunan "1" in yanlışlıkla çevrilebileceği gerekçesiyle, en alttaki "0" tuşu yeğlenmişti. Böylece, o dönemlerde çok ender görülmekle birlikte, hattın gereksiz yere işgali de önleniyordu. Bu nedenle "0", iş yerlerinde ve otellerde dış hatta çıkış numarası olarak kabul edildi. Ve bunu izleyen "9" tuşu da standart olarak bina içi görüşmelerini bağlamak için seçildi. Bugün isteğe göre çeşitli numaralar programlanabiliyor. Ama "9", büyük çoğunlukla otellerde resepsiyonu aramak için kullanılıyor.

Kanımız Kırmızı İken Damarlarımız Niçin Mavi?

Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder. 
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur. 
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder. 
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir kısmının derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür. 
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha yavaştır. 
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça atardamarlarınızı pek göremezsiniz. 
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabi ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.

Fotoğraflarda Gözler Niçin Kırmızı Çıkıyor?

Geceleri flaşla çekilen fotoğroflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz?
Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabakada retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.
Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanz, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.
Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.
Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.
Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.

Gelinliklerin Rengi Niçin Beyazdır?

Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu yıllarda kraliyet ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri gelenekti. Kraliçe Viktorya bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte ısrar etti. Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar, beyaz rengin masumiyetin simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem ahlakına göre bekaret evliliğin vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi giymek genç kızların bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu. Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat kendisi dikmesi, damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi, gelinin gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.

İnsanın Kaç Duyusu Vardır?


En az dokuz. 
Aristo'dan kalma "Beş duyu" 
Hepimizin bildiği beş duyu (görme, işitme, tat alma, koku alma ve dokunma) ilk olarak Aristoteles tarafından sıralanmıştır; Aristoteles gösterişli olmasına rağmen genellikle yanılmıştır. (Örneğin kalbimizle öğrendiğimizi, arıların çürüyen boğa leşlerinden ortaya çıktığını ve sineklerin yalnızca dört bacaklarının olduğunu söylemiştir.)
*Üzerinde genellikle uzlaşılan dört duyu daha vardır:* 
1-Isı duyusu: 
Derimizde ısıyı (ya da ısının yokluğunu) hissetmemizi sağlayan duyu, 
2-Denge duyusu:
İç kulaktaki sıvı-içeren boşluklar, tarafından yönlendirilir.
3-Ağrı duyusu: 
Deride, eklemlerde ve organlarda hissedilen acının algılanması. Tuhaf bir biçimde bu duyu beyni kapsamaz; beyinde hiç acı reseptörü yoktur. Baş ağrıları, göründüğünün aksine, beynin içinden gelmez.
4 İç algı (ya da "beden farkındalığı"): 
Bu duyu, vücudumuzdaki bileşenleri görmediğimizde ya da hissetmediğimizde bunların nerede olduğunu bilinçaltında bilmemizi sağlar. Örneğin gözlerinizi kapatın ve ayağınızı havada sallayın. Ayağınızın vücudunuza göre nerede olduğunu yine de bilirsiniz.
Duyuların sayıları daha da fazladır 
İzzetinefis sahibi her nörologun bu dokuzundan daha fazla duyu olup olmadığı konusunda kendi görüşü vardır. Bazıları yirmi bir tane duyu olduğunu ileri sürer. Açlık bir duyu mudur? Ya da susama? Derinlik duyusu, anlam duyusu ya da dil duyusuna ne demeli? Ya da son derece ilgi çekici sinestezi konusuna: Müziğin renk olarak algılanabilmesi için duyuların çatışması ve birarada hareket etmesi.
Peki saçlarımız dikeldiği zamanki elektrik duyusu ya da yaklaşan tehlike duyusuna ne demeli?
Bunların yanında, hayvanların sahip olduğu ama bizde olmayan duyular da vardır.
Köpekbalıklarının güçlü "elektrik duyuları" vardır; elektrik içeren bölgeleri fark ederler. 
"Manyetik duyusu", manyetik alanların algılanmasını sağlar ve kuşların ve böceklerin uçma sistemlerinde kullanılır. 
"Yankı duyusu" ve "yanal çizgi", balıklar tarafından basıncı algılamak için kullanılır. 
"Kızılötesi görüş", baykuşlar ve geyikler tarafından geceleyin avlanmak ve yemlenmek için kullanılır.

20 Mart 2012 Salı

Neden Esneriz?

Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinmemektedir. 
Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir. 
Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme altı saniye sürer. 
Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir. 
Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyarılarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır. 
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir. 
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey. 
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi. 
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.

Gözümüz Neden Dalar?

Görüntü, her iki gözün beyne ilettiği görüntü bilgilerinin birlikte değerlendirilmesi sonucu oluşur. Bu değerlendirmede, görüntüler aynı zamanda birbiriyle karşılaştırılır. Bunun olabilmesi için de, iki gözün optik eksenlerinin de, bakılan cisme doğru yöneltilmesi gerekir. Göz refleksi, normalde görüşü kendiliğinden cisim üzerine kilitler. Bu kilitlemeyi bazen bilinçli veya yarı-bilinçli olarak da yapabiliriz. Göz dalması, gözlerimizi çok uzaktaki bir noktaya bakıyormuş gibi yarı bilinçli olarak ayarlamamız sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Bu durumda, farkında olmadan baktığımız noktanın iki farklı ve ayrık görüntüsü oluşur. Görüntülerin ayrık olması nedeniyle de görüntü net değildir ve uzaklık belirsizdir. 

19 Mart 2012 Pazartesi

Helikopterlerin Arka Pervaneleri Ne İşe Yarar?

Günümüz taşıtları içinde en çok yönlü ve şaşırtıcı olanı helikopterdir. Üç boyutta da hareket edebilmesi, hemen hemen her yere gidebilmesi nedenleri ile uçaklarla yapılamayan birçok özel görevlerde de kullanılabilirler. Ancak helikopterlerin uçma mekanizmaları uçaklara göre oldkça karışık, üretim maliyetleri de daha yüksektir. Helikopterleri çaklardan ayıran önemli özellikler, havada asılı durabilmeleri ve geri geri uçabilmeleridir.
Uçaklarda gerekli gücü motor sağlar ama asıl havada kalabilmelerini sağlayan kanatlarıdır. Helikopterlerde ise havada kalmayı sağlayan motora bağlı pervanelerdir. Onları bir çeşit dönen kanat olarak düşünebiliriz. Bir helikopterde iki veya daha fazla kanat olabilir.
Kanatlara hafif bir açı verilip, ana motor çalıştırılınca, dönen kanatlar helikopteri kaldırmaya çalışır. Yerde iken sorun yoktr ama havalanınca helikopterin gövdesi, pervanenin dönüş yönünün tersine dönmeye başlar. İşte burada bu hareketi durdurabilecek ilave bir güce ihtiyaç vardır.
Bu ilave gücü sağlamanın en kolay yolu, dönüş yönüne dik ilave ir pervane koymaktır. Buna kuyruk rotoru aynen çak pervanesi gibi bir itiş gücü yaratır ve helikopterin gövdesinin dönmesini dengeleyerek sabit kalmasını sağlar.
Kuyruktaki pervaneyi döndüren ayrı bir motor yoktur. Hareketini ana motordan bir şaft ile alır ve altındaki dişli kutusu vasıtası ile dönmesi gereken devire döner. Helikopterleri tam olarak kontrol edebilmek için ana ve kuyruk pervanelerinin ayarlanabilir olmaları gerekir. Kuyruk pervanesinde kanatların eğimlerinin, yani açılarının ayarlanması ile helikopterin kendi ekseni etrafında dönebilmesi sağlanır.
Ana pervane ise çok önemlidir. Yükseklik değiştirmeyi, ileri ve geri gitmeyi, dönmeyi o sağlar. Bunun için de inanılmaz derecede dayanıklı olması gerekir. İşin asıl sırrı ise ana pervanenin dönen kanatlarının eğiklik açılarının bir tam tur süresince değişmesidir.
Helikopterlerin havada hareketsiz kalabilmeleri için pervanelerin açıları da sabit olmalıdır. Bu açıları tüm kanatlarda aynı anda değiştirmekle alçalmave yükselme sağlanır. Kanatlar arka arkaya geldiklerinde açıları büyük, öne geldiklerinde daha küçük ise ileri doğru hareket, tersi durumda da geriye doğru hareket sağlanır.

Niçin Ay'ı Bazen Gündüz De Görüyoruz?

Ay sadece gece görülebilir diye bir şey yok. Gündüzleri de periyoduna bağlı olarak ay da tepemizde, bütün yıldızlar da. Ama güneşin atmosferimizde yansıyan ışınları onları görmemize mani oluyor. Atmosferimiz olmasaydı gökyüzü gündüzleri de karanlık olacak, güneşle birlikta yıldızları da görebilecektik.
Ay dünyamıza çok yakın olduğundan gökyüzünde görüntü olarak yıldızlardan çok büyük görünür. Eğer konumuna göre güneşten iyi ışık alabilirse gündüzleri de gökyüzünde rahatlıla görünebilir. Ayın yüzeyi bir asfalt yol yüzeyi gibi yansıtıcıdır. Koyu renktedir ama tam siyahta değildir. Biz gökyüzde aya baktığımızda sadece onun güneşten yansıttığı ışığı görüyoruz. Güneş kadar ışık saçmıyor ama yine de gökyüzündeki en parlak yıldızdan bin kat daha fazla ışık yansıtabiliyor.
Gündüz havanın aydınlığı yıldızların parıltısını yok eder. Aslında parlak yıldızların olduğu bölgede gökyüzünün parlaklığı da biraz daha farklıdır ama bu farkı pek algılayamayız. Ama ayın olduğu bölgede ışık yeterli ise geceki gibi çok parlak olmasa da onu görebiliriz. Hatta hava şartlarının olumlu olduğu durumlarda hava aydınlıkken Venüs gezegenini bile görebiliriz.
Güneşi büyük bir ampül, ayı da büyük bir ayna olarak düşünebiliriz. Bazı durumlarda ampülün ışığını dğrudan görmesek bile, aynanın yansıttığı ışığını görebiliriz. Bu, geceleri olan durumdur. Güneşi göremeyiz, çünkü dünyamız ondan gelen ışığı bloke etmiştir. Ayı, yani aynadan yansıyan ışığını görebiliriz. Ampulü de, aynayı da birlikte gördüğümüz durum ise aynı gündüz görünme durumudur.
Genellikle "ayın karanlık yüzü" diye kullanılan deyiş şekli yanlıştır. Doğrusunun "ayın arka yüzü" olması gerekir. Ayın dünyamız etrafındaki dönüş süresi ile kendi etrafındaki dönüş süresi hemen hemen aynı olduğundan, biz ayın hep bir yüzünü görürüz ama ay dünya ile güneş arasındayken bize bakan yüzü karanlık, güneşe bakan arka yüzü aydınlıktır.