TRANSLATE

English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

++Sitene Ekle

HÜRRİYET

22 Ocak 2020 Çarşamba

Hangi Ülkede Kaç Türk Çalışıyor?


Dikkat çalışan sayısı diyor yaşayan değil.
Amerika'dan Avrupa'ya, Afrika'danAsya ve Avustralya'ya dünyanın dört bir yanında yaklaşık 1,5 milyon Türk, ekmeğini yurtdışında kazanıyor. Peki hangi ülkede kaç Türk çalışıyor? İşte Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın istatistikleri...

Almanya: 564.092
Fransa: 195.794
Hollanda: 128.000
ABD: 114.000
Suudi Arabistan: 70.000
Avusturya: 39.900
İsviçre: 34.200
Avustralya: 33.500
Danimarka: 33.066
Kanada: 29.000
KKTC: 28.073
Rusya: 22.808
İngiltere: 22.458
Libya: 13.000
Belçika: 9.716
İtalya: 6.414
İsrail: 6.000
Türkmenistan: 6.000
Yunanistan: 3.563
Romanya: 3.200
Kuveyt: 2.780
BAE: 2.650
Kırgızistan: 1.967
Ukrayna: 1.900
Kazakistan: 1.500
Katar: 1.500
Ürdün: 1.400
Japonya: 1.300
İspanya: 1.097
Gürcistan: 1.000
İrlanda: 800
Özbekistan: 600
Yeni Zelanda: 590
Fas: 587
Güney Kore: 560
Tacikistan: 500
Lüksemburg: 242
Moldova: 200
Lübnan: 188
Meksika: 120

20 Mayıs 2018 Pazar

Birini çok sevdim. 
Oda sevmişti. 
Belki de sevdi sandım. 
Her neyse... 
Sonra birşey oldu aramız açıldı. 
Bana biraz zaman ver dedi, ben de bekledim.
Geçer dedim, düzelir dedim, sabrettim.
O hiç düzelmedi.
Sonra birgün aklıma geldi, biraz özler gibi oldum.
Okadar çok beklemeşim ki beklerken alışmışım yokluğuna.
Ozaman içinde okadar çok şey kaybetmişim ki..
Meğer mutluluk nasıl birşeydi onu bile unutmuşum yemin ederim.
Yani demem o ki biri senden zaman istiyorsa sakın bekleme, hayatını yoluna koymaya bak.
Çünkü o çoktan kendi yoluna koyulmuş demektir...
Ezgin Kılıç.

1 Şubat 2018 Perşembe

Penguenler Neden Uçamazlar?



Penguenlerin kanatları uzun telek tüylerinden yoksun olup, kırılmadığı için uçmaya yaramaz. Buna karşılık yüzerken çok kuvvetli yüzgeç vazifesi görür.

5 Temmuz 2015 Pazar

Uzaydaki İlk Hayvan Hangisidir?

Meyve sineği. 1946 Temmuz'unda küçücük astronotlar bir miktar tahıl tohumuyla birlikte Amerikan V2 roketine bindirilip uzaya fırlatıldılar. Yüksek irtifada patlamanın radyasyon üzerine etkisini test etmeye alışkındılar. 
Meyve sinekleri laboratuvarlar için idealdir. Bilinen insan hastalıkları genlerinin dörtte üçünün genetik kod karşılığı meyve sineklerinde bulunur. Onlar da geceleri uyur, narkoza benzer bir tepki verir ve en güzeli de çok çabuk ürerler. 15 günde yepyeni bir jenerasyon oluşturabilirsiniz.
Meyve sineğinden sonra yosun, sonra da maymun gönderildi 
Uzay, "100 km yükseklikten sonra başlar" diye tarif edilir. Uzaya meyve sineğinden sonra ilk olarak yosun ve sonra da maymun gönderildi. 
Uzaydaki ilk maymun 1949'da 134 km yüksekliğe ulaşan Albert II idi. Onun selefi Albert I bir yıl önce 100 km sınırına ulaşamadan boğularak can verdi. Maalesef Albert II de iniş sırasında roket kapsülündeki paraşütün açılmaması nedeniyle öldü. 
Uzaydan bir maymunun sağlam dönebilmesi 1951'i buldu Albert VI ona eşlik eden 11 fareyle birlikte dönmeyi başardı (gerçi o da dönüşünden iki saat sonra öldü). 
Genelde öncü uzay maymunları pek uzun ömürlü olmaz, fakat 1959'daki görevinden sonra 25 yıl yaşamış olan sincabımsı maymun Baker gurur verici bir istisnadır. 
Ruslar köpekleri tercih etmiştir 
Rusların yörüngeye gönderdiği ilk hayvan Sputnik 2'deki Laika'dir (1957). Laika uçuş sırasındaki sıcaklık stresinden dolayı öldü. 
Uzaya 1961'de çıkan ilk insan Yuri Gagarin'den önce en az on köpek daha gönderilmişti. Bu köpeklerden altısı yaşamlarına devam etti. 
Ruslar 1968'de uzayın derinliklerine de hayvan gönderdi. Bu hayvan bir Horsefield kaplumbağasıydı ve ayın yörüngesindeki ilk canlı varlık (aynı zamanda dünyanın en hızlı kaplumbağası) oldu. 
Uzaya gönderilmiş olan diğer hayvanlar 
Uzaya gönderilmiş olan diğer hayvanlar arasında şempanzeler (hiçbiri ölmemiştir), hintdomuzu, kurbağa, fare, kedi, eşekarısı, böcek, örümcek ve çok dayanıklı bir balık olan mummi-chog var. Japonların uzaya gönderdiği hayvanlar ise 1985'te yolladıkları on tane semenderdir. 
2003'teki Kolombiya uzay mekiği faciasından sağ kurtulan tek canlı, enkaz altında bulunan mekiğin laboratuvarından çıkan nematod kurtlarıdır.

30 Mart 2014 Pazar

Kışın Yaprağını Döken Bitkiler Nasıl Solunum Yapıyorlar?

Bitkilerde solunum organının yapraklar olduğunu hepimiz biliriz.Yapraklar sayesinde fotosentez yapan bitki yaşamaya devam eder.Buna rağmen kışın yapraklarını döken bitkiler de yaşamlarını sürdürürler.Peki,nasıl oluyor da solunum organları kışın döküldüğü halde bitkiler canlı kalabiliyorlar?Yapraklarını döken bitkiler kışları fotosentez yapamazlar;çünkü fotosentez için yapraklarda bulunan klorofillere ihtiyaçları vardır.Bu yüzden sıcak havalarda,yani yaprakları henüz dökülmemişken bol bol besin depolarlar.Depolanan bu besin nişastadır.Kış geldiğinde bir bitki,yaşamını devam ettirebilmek için depoladığı nişastayı oksijenli solunumla yakar ve enerji elde eder.
Yapraklarla Onu Ne Kadar hem fotosentez hem de Solunum yapılabiliyor Olsa da, Aslında Lu'nun bitkinin Baska bölümlerinde de oksijenli Solunum yapılması mümkündür.Bir bitkide yararlanılır tek Canlı Yapılar yapraklar değildir.Odunsu bitkilerin gövdesi ettik kökleri de Canlı hücrelerden oluşur.Tabii ki met hücrelerin kendi Biri de, Diğer Bütün Canlı hücreler Gibi, oksijenli Solunum gerçekleştiren organeller income mitokondrilere sahiptir.
Bitkilerin kabuğunda yararlanılır lentisel Delos verilen Delik HAVA alışverişini sağlarlar Küçük açıklıklar da bitkinin ettik ettik.

20 Ekim 2013 Pazar

Yumurtanın Niçin Bir Tarafı Yuvarlak, Diğer Tarafı Sivridir?


Eğer köşeli olsalardı kenarları dayanıklılık bakımından çok zayıf olurdu. En dayanıklı geometrik şekil küredir ama bu şekildeki yumurta yuvarlanacak olursa nerede duracağı belli olmaz. Yumurta yuvarlanınca düz gitmez. İnce tarafı üstünde dairesel bir yol çizer. Başladığı yere yakın bir noktada durur. Yani düz bir yerde kaybolması olanaksızdır. Yumurta, tavuğun yumurta kanalında küre şeklindedir. İlerlemesi sırasında arkada kalan dairesel kasların büzüşerek hem yumurtayı ileri iterler hem de bu kısmına baskı yaparak konik biçimini sağlarlar. Yumurtanın şeklinin nedeni de budur. Sürüngenlerde bu düzenek olmadığından yumurtaları küresel biçimdedir.

11 Ekim 2013 Cuma

Vücudumuz Isısını Nasıl Ayarlıyor?

Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor? 
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da "hipotalamus". Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var. 
Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgarından, serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur. 
Gözle görülen ve görülmeyen omak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur. 
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terler, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi, göstermez, hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba? 
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır. 
Terleme ve dolaşm sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Bira İçenler Niçin Sık Sık Tuvalete Giderler?

Bira, insanlığın en eski ve en güzel içeceklerinden biridir. Ama bu güzel içkinin küçük bir kusuru vardır. İki bardağı bitirene kadar en az iki kere tuvalete gitmek zorunda kalınır. Neredeyse içilen bira kadarı tuvalete bırakılıp, gidilir. 
Aslında bu olayın biranın sıvı kısmı ile pek alakası yoktur. Bira içince tuvalete gitme ihtiyacını hissettiren "antidiuretic" denilen bir hormondur. Biz buna kısaca "ADH" diyeceğiz. Vücudumuzda üretilen bu hormon idrar miktarını ayarlar ve doğrudan olmasada da kanımızdaki su miktarını etkiler. 
Susuz kaldığımız zaman "ADH" böbreklerimize sinyal gönderip idrar üretimini durdurtur. Böylece su harcaması kesilerek kanıızdaki su miktarı korunur ve plazmadaki tuz miktarının yükselmesine mani olunur. Yani "ADH" vücudumuzdaki su ve tuz miktarını dengeleyen, koruyucu bir işlev görür. 
Halk arasında idrar söktürücü adı da verilen bazı maddeler "ADH"nin salgılanmasına mani olur. Bu durumda böbrekler idrar üretip üretmeyeceklerine karar veremezler ve sonunda üretmeye devam ederler. Mevcut dengenin bozulduğunu bilmeden suyu dışarı atarlar, insanı tuvalete gitmeye mecbur bırakırlar ve vücudun kurumasına sebep olurlar. 
Vücudumuzdaki bu hormonu en çok etkileyen maddelerden biri de alkoldür. Birayı bolca içince, içindeki alkol nedeni ile "ADH"den sinyal de gelmeyince böbrekler fazla mesai yaparak vücuttaki suyu idrar haline getirirler. Tabii biranın sıvı kısmının da buna katkısı vardır, ama aynı sürede, aynı miktarda su içildiğinde bu kadar tuvalet ihtiyacı duyulmaz. 
Aslında aynı durum tüm alkollü içeceklerde de geçerlidir. İçilme zamanı ve miktarı biraya eşdeğer olduğunda ayı etki onlarda da görülür. Bu hormonu etkileyen bir diğer önemli madde de kafeindir. Kahve ile birlikte yeterli kafein alındığında "ADH" salgılanması durur ve böbrekler idrar üretmeye devam eder. 
Görüldüğü gibi içiki içmenin sonuçlarından birisi de vücudun kurumasıdır. Buna karşı vücutta susama ile birlikte acıkma duyusu da uyarılır. Kaybedilen suya karşı gece yarısı yemek yeme ihtiyacı duyulur. Durum buna uygun değilse sabah kalkıldığında bir sürahi su içilir.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Sol Elini Kullananlar Daha Mı Zeki?

Sol elini kullanan kişilerin daha zeki olduklarına dair bugüne değin pek çok şey yazılıp çizildi. Bilim dünyasındaki tartışmalarda konuyla ilgili iki güçlü varsayımdan ilki "bilişsel kalabalık kuramı". Biliyoruz ki beynin sol yarım küresi dil ve sözel becerilerde baskınken, sağ yarım küresi daha çok matematiksel ve uzamsal (mekânsal) becerilerde söz sahibi. Sol el hareketlerini beynin sağ küresinin, sağ el hareketlerini ise sol küresinin yönettiğini düşünecek olursak bilişsel kalabalık kuramı solakların uzamsal ve matematiksel becerilerde daha düşük performans göstermelerini öngörüyor. Çünkü bu yetenekleri kontrol eden sağ yarım küre aynı zamanda sol el hareketlerinin de yönetildiği merkez. Yani etkinliği ikiye bölünmüş oluyor. Oysa sağ elini kullananların el hareketlerini sol yarım küre yönetiyor ve sağ yarım kürenin özelleştiği matematiksel yeteneklerde daha başarılı oluyorlar. İkinci varsayımsa her iki elini de kullanabilenlerin matematiksel becerilerinin daha yüksek olduğunu, çünkü matematiğin sol (dilsel) ve sağ (mekânsal) yarım küreler arasındaki etkileşimi gerektirdiğini söylüyor. Her iki eli kullanabilme becerisininse genelde solaklarda olduğuna dikkat çekerek, solakların matematiksel becerilerinin daha güçlü olduğunu savunuyor. Araştırmaların çoğu ikinci kuramı, yani solakların matematiksel becerilerde daha başarılı olduklarını desteklemekte. Ancak yine de konu hakkında ortaya atılan her bulgu daha fazla araştırmaya gereksinim duyulduğunu vurgulamaya devam ediyor.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Kırmızı Renk Boğaları Niçin Kızdırır?


 Aslında kırmızı renk hiçbir boğayı kızdırmaz. Çünkü boğalar renk körüdür ve kırmızıyı diğer renklerden ayırt edemezler. Boğa güreşinde matador boğayı eline aldığı şapkasını şalını sallayarak kızdırır. Boğanın kırmızı şala saldırdığı inancı yanlıştır.
İspanya'da boğaların kırmızı renge saldırdığı inancı, matadorların kırmızı başlık kullanmaları nedni ile yaygınlaşmıştır. Halbuki başlıklarda bu renk boğayı kızdırmak için değil, seyircilere hoş görüntü verebilmek için seçilmişti.
Kırmızı renk aslında insanları etkiler. Yapılan deneylerde bu rengin insanlarda kan basıncını yükseltip, kalp atışını hızlandırdığı saptanmıştır. Bunun nedeninin de kırmızının, kanın rengi olduğu sanılmaktadır.
Boğalar arenada kırmızı rengi görünce asabileşmezler. Kendinizi boğanın yerine koyun. Etrafınızdaki çığlık atan binlerce insanın ortasında, tozlu, gürültülü ve çok sıcak bir ortamda, sırtınıza saplanmış onca kılıcın acısı içinde, bir de şapkasını şalını sallaya sallaya üstünüze gelen bir adam varsa, yani kızmak için bu kadar sebep varken, sırf rengi kırmızı diye bir bez parçasına kızar mıydınız?
Boğa güreşi hakkında bilinen yanlışlar sadece bu kadar değil. Aslında boğa güreşi geleneği İspanya'dan doğmuş değildir. İlk çağlardan itibaren boğa, kuvvetin, dayanıklılığın ve verimliliğin simgesi olmuştur. Boğa güreşinin ilk versiyonu antik Yunan, Roma, Mısır ve hatta Kore ve Çin medeniyetlerinde görülür.
Boğaya Persliler taparlar, Afrika Zuluları ise öldürüp safrasını içerlerdi. Tüm bu geleneklerin temelinde, hayvanın gücü yatmaktadır. Bu geleneğin bir şekilde İspanya'ya geldiği, Avrupa ülkeleri içinde feodal düzeni en son terk eden bu ülkede de kalıcı olduğu sanılmaktadır.

11 Kasım 2012 Pazar

Göz Yaşı Ne İşe Yarar?

Gözde her zaman yaş bulunur, kurumayı önler. Gözyaşı ise temizlenmesini sağlar. Loş ışıkta göz bebekleri küçülür. Gözlerimizdeki göz yaşı bezlerinin salgıladığı, tuzlu bir sıvıdır. Gözyaşı, göz küresinin kendi boşluğu içinde hareket etmesine yardımcı olur. Üzerine konan tozların ve yabancı maddeleri siler. Gözün nemli ve temiz kalmasını sağlar. Gözyaşının fazlası, sürekli olarak solunum sırasında incecik bir kanalla burnumuza akar. Ağladığımız zaman çok olan salgı, gözümüzden akıp, yanaklarımıza süzülür. Gözlerimiz hiçbir zaman büyümez.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Niçin Yaşlanıyoruz?



Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre farklı olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü, Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 137 gün yaşamıştır. İnsanların büyümesi, yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre, ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar, gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise, genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program, hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor, yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde 75 yıla ulaşması, bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler, meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle, savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar, insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir, ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da, metabolizması yüksek, yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların, yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin, farelerin metabolizmik hızları insandan daha yüksektir, ama nadiren üç yıldan fazla yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de, antioksidan grubunda yer alarak, yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda, hücrelerin bölünerek, yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır.

28 Eylül 2012 Cuma

Niçin Uyuyoruz?

İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir süpriz cevap daha! "Hiç kimse bilmiyor." Cevabın kolay olduğunu, uykuda enerjimizi sarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz, ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araştırmalarda, İngiltere'de 70 yaşında bir kadının, her gece bir saat uyuyarak, hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 1,5 saat uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir. 
Aslında normalde, hepimizin bildiği gibi, bir gece dahi uyuyamasak, ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düşer, hatalar artar. 
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir, düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır. 
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri çocukların büyüme hormanlarının gelişmesi, diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır. 
Fakat soru hala yerinde duruyor! "Niçin uyuyoruz?" Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler. 
Uyku, insana kaslarını ve diğer dokularını onarma, yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir. 
Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arşlivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır. 
Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde dört-beş kez yerine üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey yapamayacağımızdan, anahtarı kapatarak enerji tassarrufu yaparız. 
Uyku, bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcamasını kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir. 
Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğmiz, hem vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Niçin İnsanların Kanları Birbirlerinden Farklı?

Vücudumuzda yaşantımız boyunca hiç durmadan çalışan bir kasımız vardır. Yani tek bir kastan oluşan kalbimiz. Kalbimiz nefes ile alınan oksijeni akciğerlerimizde alan kanı vücudumuzun her noktasına pompalar. Bir dakikalık sürede ciğerlerin aldığı hava ile kalbin pompaladığı kan aynı hacimde, yaklaşık altı litredir. Gerilim halinde ciğerlerin alıp verdiği hava, kalbin kan kapasitesini aşar. Peki nasıl oluyor da bu kan insandan insana farklı oluyor ve hatta birbirleri ile hiç uyuşmuyor? 
İnsanların kan grupları doğmalarından önce genetik olarak saptanmıştır. Kanımızda yabancı maddeleri, mikropları tespit edip bunlarla savaşan hücrelerimiz, yani kırmızı kan hücreleri, bir diğer deyişle alyuvarlar vardır. Bu alyuvarlar sadece 120 gün yaşarlar. Bu nedenle vücudumuzda devamlı alyuvarlar üretilir. Ortalama bir yaşam süreci boyunca, insan vücudunda yarım tondan fazla alyuvar üretilir. Bu alyuvarların yüzeylerinde "antigen" denilen proteinler ve lipidler vardır. İşte bu antigenlerin varlığı veya yokluğu kan gruplarını tayin eder. 
Aslında bilinen üç yüz kan grubu vardır ama AB0 adı verilen en yaygın gruplama sistemi, ebeveynlerden miras alınan A ve B adı verilen iki antigenin varlığı veya yokluğu üzerine kurulmuştur. Bu sistemi ilk olarak 1902 yılında Avusturya kökenli ABD'li bilimci Karl Landsteiner ortaya çıkarmıştır. 
Bu gruplamada kanlar A, B, AB ve 0(sıfır) olmak üzere dörde ayrılırlar. İnsanın dışındaki hayvanların da farklı kan grupları vardır. Örneğin, domuzlarda 16, ineklerde 12, köpeklerde 7, kedilerde ise 2 farklı kan grubu tespit edilmiştir. 
Bu gruplamada bazıları birbileri ile uyumlu olabilir ve diğer gruptan kan alabilir veya verebilir. Uyumsuz gruplarda ise karşı tarafın savunmacı antigenleri gelenleri dost bilmeyip savaş açarak kanda pıhtılaşmaya, böbrek rahatsızlıklarına hatta ölüme sebep olabilirler

29 Haziran 2012 Cuma

Kuşların Kanatları Nasıl Su Geçirmez Olabilir?



Kuşun karnındaki tüylerle, kanat ve kuyruk tüyleri birbirinin aynı değildir. Kuyruk tüylerinin altında salgı bezleri bulunur. Çoğunun salgı bezleri yağ içerir. Kuyruk tüylerinin altında gizli olan yağ sıradan bir madde değildir. Aksine bu salgı son derece gelişmiş bir dezenfektandır. Bu dezenfektan kuşun tüylerinde bakteri ve mantar üremesini engeller. Ancak etkili olabilmesi için bu yağın tüm tüylere yayılması gerekir. İşte kuşlar da her fırsatta titiz bir çalışmayla tüm tüylerini yağlar. Yalnızca yağlamakla kalmazlar, tüylerinin bakımı için dikkatli bir temizlik ve düzenleme de yaparlar. Yaşamaları için gerekli olan bu çalışmayı gagalarıyla yaparlar. Gagaları ile aldıkları yağı, tüylerinin temizliğinde kullanan kuşlar, bu sayede tüylerinin esnekliğini de korur ve su geçirmesini engeller.

28 Haziran 2012 Perşembe

Termos Nasıl Sıcağı Sıcak, Soğuğu Soğuk Tutuyor?



Tek nedeni vardır, vakum. Yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam sisedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakin bir boşluk vardır. Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından isi iletilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Böylece termosa konan sıvı sıcaksa sıcak, soğuksa soğuk kalır.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Uzay Aracının İçinde Yer Çekimi Niçin Sıfırdır?

Uzay mekiğinin içindeki astronotların havada yüzer gibi dolaştıklarını, eşyaların ortalarda uçuştuklarını televizyonda görmüşsünüzdür. Uzay mekiğinin dönüp durduğu yükseklik, dünyanın boyutları ile mukayese edildiğinde o kadar da fazla değildir. Peki nasıl oluyor da bu kadar bir yükseklikte yer çekimi sıfırlanıyor? Koskoca Ay'ı bile yörüngesinde tutan dünyamızın çekim gücü, ufacık bir uzay aracına nasıl etkili olamıyor? 
Aslına uzay aracında da yer çekiminin yok olması söz konusu değildir. "Yerçekimsiz ortam" deyimi doğrudur ama bu, mekiğin yörüngesindeki uçuşundan doğan bir durumdur. 
Astronotları (veya kozmonotları) bu ortama alıştırmak için özel hazırlanmış yolcu uçaklarının kullanıldıklarını duymuşsunuzdur. Uçak belirli bir yüksekliğe gelince aniden ve hızla bir eğri çizerek yere doğru inişe geçer. Saniyeler süren bir sürede uçağın içinde yer çekimsiz ortam yaratılmış olur. 
Uzay mekiğinin ve uzay istasyonlarının dünya etrafında dönüşü, uçağın yaptığı hareketin veya çizdiği rotanın sürekli olan bir şeklidir. Yerden bakınca düz gidiyormuş gibi görünür ama uzay aracı devamlı düşüş halindedir. Eğer düz gitseydi (uzaydan baktığınızı düşünün) yörüngeden çıkar giderdi. Nasıl lunaparkta eğlence trenleri önce yükseğe çıkar sonra oradan hızla düşermiş gibi inerse, uzay aracının da dönüşü, aslında bu düşüş hareketinin devamlı bir halidir. 
Uzay araçlarının uçtukları yükseklikte şüphesiz yer çekimi vardır ama bu sadece aracı yörüngede tutmaya yarar. Dünya'dan Ay'a doğru düz bir hat üzerinde yolculuk yaptığınızı düşünün. Ay ile Dünya arasında öyle bir nokta vardır ki burada Dünya'nın yerçekimi kuvveti biter Ay'ınki başlar. Yani uzayda nereye giderseniz gidin bir şeyin sizi çekmesinden kurtuluş yoktur.

26 Haziran 2012 Salı

Birinci Dünya Savaşı'nda Kullanılan Alman Üniformaları Neyden Yapılmıştı?

Isırgan otu. Birinci Dünya Savaşı sırasında hem Almanya hem de Avusturya'da pamuk kıtlığı vardı. 
Pamuğun yerini tutabilecek uygun bir madde arayan bilimciler zekice bir çözüm denedi: Çok az miktarlarda pamuğu ısırgan otuyla karıştırdılar; özellikle de kaşındıran ısırganların (Urtica dioica) sert liflerini kullandılar. 
Almanlar hiçbir sistematik üretim olmaksızın bu maddeden 1915'te 1,3 milyon kilo, bir sonraki yılsa 2,7 milyon kilo daha yetiştirdiler. 
Küçük bir muhabereden sonra İngilizler iki Alman giysisini ele geçirmiş ve bu giysilerin yapısını şaşkınlıkla incelemiştir. 
Isırganın pamuğa kıyasla birçok tarımsal kolaylığı vardır: Pamuk çok fazla sulama ister, sadece ılık iklimlerde yetişir ve ekonomik olarak yetiştirilmek isteniyorsa bol miktarda zirai ilaç gerektirir. 
"Tamamen ısırgandan bir ceket" giymenin de tehlikeli bir tarafı yoktur, kaşındıran tüyler -zehir dolu silikadan yapılmış küçük deri altı şırıngaları- üretimde kullanılmaz. Sadece gövdedeki uzun lifler işe yarar. 
Elbette bu bitkinin çeşitli kullanımlarını ilk keşfeden Almanlar değildi. Avrupa çevresindeki arkeolojik kalıntılar bu bitkinin balık ağı, sicim ve giysi yapımında on binlerce yıldır kullanılmakta olduğunu göstermektedir. 
İngiltere'nin Dorset kasabasının Marshwood köyünde Bottle Inn adında bir bar her sene Dünya Isırgan Yeme Şampiyonası düzenlemektedir. Kurallar çok katıdır: Eldiven yok, ağza uyuşturucu madde almak yok (bira hariç) ve kusmak yok. 
İşin püf noktası, ısırgan yaprağının tepesini kendinize doğru katlayıp dudaklarınız arasından ittirmekte ve bir yudum birayla hızlıca mideye indirmekte yatıyor. Kuru ağız, yara bere olur derler. Bir saatin sonunda boş sapları ardı ardına ekleyip en uzun sap dizisini yapan kazanır. 
Şu andaki rekor erkeklerde 14,6 metre, kadınlarda 8 metre civarındadır.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Zencilerin Ten Rengi Neden Siyahtır?

Zencilerin ten renginin siyah oluşu, derilerindeki Melanin pigmentinin yoğunluğuyla ilişkili. Koyu ten rengi ise, yaşadıkları bölgelerdeki ortam koşullarına sağladıkları uyumun bir sonucu. Afrika koşullarını bir düşünelim: ekvatora yakınlığı nedeniyle güneş ışınlarının en dik olarak ulaştığı bölge. Sıcak hava koşullarının yanında, yer şekilleri ve bitki örtüsü de "koyu" bir ten rengini gerektiriyor. Dünyanın kuzey ve güney bölgelerinde ise (ekvatora göre), bu koşullar söz konusu olmadığı için ten rengi daha açık. Ten renginin koyuluğu, sadece güneşten korunmanın bir gerekliliği değil, aynı zamanda güneş ışınlarının yoğunluğunun bir doğal sonucu. Güneş ışınları, MSH hormonunun salgısını arttırıyor ve vücutta Melanin sentezi hızlanıyor. Ayrıca güneş altında uzun zaman kaldığınızda ten renginize ne olduğunu da düşünün. İşte tüm bu etkenlerin varlığı, zaman içinde gen havuzuna yerleşiyor ve ortam koşullarına en yüksek uyum, ırkların temel özelliklerini şekillendiriyor.

24 Haziran 2012 Pazar

Neden Kek Ve Ekmek Bayatladığında Sertleşir De Bisküvi Yumuşar?



Bununla ilgili yazılmış çok fazla kitap vardır. Ekmekle ilgili en temel cevap undaki nişasta kristallerinin pişme aşamasında su çekip yumuşamasıdır. Bu yumuşayan nişasta retrogradasyon adı verilen bir kaç günlük süre sonrasında tekrar kristalleşir ve bu da ekmeğin sertleşmesini sağlar. Bisküvilerdeki nişasta da bu aşamadan geçer fakat bisküvide var olan şeker bunu tersine çevirir ve havadan nem alarak bisküvinin yumuşamasını sağlar. Kek ise tarifine bağlı olarak hem sertleşir hem yumuşar. Eğer malzemeleri arasında şeker var ise yumuşaması muhtemeldir.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Mezara Niçin Çiçek Konulur?


İlk olarak Mısır Firavunu Tutamkamon'nun milattan önce 1346 da öldüğünde mezarının çiçekten taçlarla kaplandığı saptanmıştır. Kuzey Avrupada ise M.Ö 2000 yıllara kadar mezara çiçek konduğu belirlenmiştir. O zamanlarda bu çiçeklerin amacı iyi ruhları çekme, kötaü ruhları kovma amacıylaydı. Sonradan ise asıl amaç cesetler çürürken çıkan kokuyu kamufle etme amacını taşır. Servi ağacı da bu nedenle mazarlıklarda kullanılır. Ağacın yaprakları rüzgarı önler, kendine özgü ferah kokusu vardır. Cenaze törenherinde siyah giyinmenin amacı da mezarlıklarda hayalletlerden sakınmak amacı taşımaktadır.

22 Haziran 2012 Cuma

Camın Arkasında Güneşte Bronzlaşabilir Miyiz?

Hayır. Güneşte cildimizin renginin değişmesini sağlayan güneş ışığının içindeki ültraviyole(UV) ışınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV ışınları görünmeyen, yüksek enerjili, kısa dalga boylu ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin ötesinde yer alan ışınlardır. Bunun için çok güneşli bir havada, güneş tam karşıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık olan pencereye yaslı kolumuz kızarır. 
Bizim bronzlaşma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz, derimizin güneş altında rengini değiştirmesi olayı aslında "derma" diye bilinen cildimizin ikinci tabakasındaki pigment hücrelerinin bir reaksiyonudur. Bu hücreler UV ışınlarına maruz kaldıklarında "melanin" denilen daha koyu pigmentlerin miktarını arttırırlar. Bu koyu pigmetler derimizin üst tabakalarına gelirler ve böylece derimizin rengi koyulaşır. 
Melanin, UV ışınlarını emer, yani vücudun melanin üretimini artırması, vücudumuzu UV ışınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama bir noktadan sonra bu da geçerli değildir. Güneşin altında ne kadar yanmış olursak olalım, derimizin rengi ne kadar koyulaşırsa koyulaşsın, yinede güneş ışığının içindeki UV ışınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir. 
Aşırı UV ışınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol açabilir. Her yıl yarım milyon insanda bu hastalık görülmektedir. Özellikle gençler arasında giderek artmaktadır. Gerçi bu tür, genellikle başarı ile tedavi edilmektedir ama ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü türleri de vardır. 
Çok güneşli havalarda UV ışınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki, vücudumuzdaki en ince deri göz kapaklarımızdadır. Güneşe çıkmak zorunda kalınacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yağlar kullanılmalıdır. 
UV ışınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir. İnsan gölgede de yanabilir. 
Güneş enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde üç kilometrekarelik bir tarlanın bir gün boyunca güneşten aldığı enerji, Hiroşima üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği enerjiye eşittir. Bombadan enerji bir anda boşaltıldığından, şok dalgaları oluşmuş ve ölümcül olmuştur.

21 Haziran 2012 Perşembe

Asansör Düşerken Zıplanılsa Ne Olur?

Düşünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz.
İster saniyede 18 metre, isterse 13 metre hızla yere düşün, sonuç fark etmez. Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın, asansörü tutan tek bir kablo değildir, en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığım taşıyabilir.
Diyelim ki, bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı, asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı, hayati tehlikeyi Önleyecek özel sistemler de bulunur.Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın, hiç olmazsa hayatınızda bir kere, hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz!

20 Haziran 2012 Çarşamba

Çinliler Yiyeceklerini Niçin Çubukla Yerler?

Çinlilerin yemek yeme alışkanlıklarının yiyeceklerini çok küçük parçalar halinde yemelerinden çubuk kullandıkları anlaşılıyor.Çinde eskiden yalnızca zenginler masada otururlardı. Halkın çoğunluğu tabakları ellerinde yemek yerlerdi. Bir elleriyle tabaklarını tutar, öteki elleriyle çubuk kullanarak beslenirlerdi. Hızla artan nüfus yüzünden yiyecek sıkıntısı çeken çinliler önlerindeki yiyeceği küçük parçalar halinde çoğaltarak yiyorlardı. O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle de tahta kullanımı kısıtlıydı. Masa kullanımı bu yüzden çok zordu. Çubuklar fildişinden ve kemikten yapılırdı.

19 Haziran 2012 Salı

Yirmi Yaş Dişimiz Niçin Geç Çıkıyor?

İnsan vücudundaki bazı organların günümüzde pek işlevleri olmamasına rağmen insanlık tarihinin başlangıcında önemli roller oynadıkları sanılıyor. Vücudumuz sanki başka şeyler de yapabilmek için yaratılmış gibidir. Örneğin çok ilginç yerlerimizde kıllar vardır, dizlerimiz olması gerekenden çok büyüktür, ayaklarımızda bu kadar parmağa ihtiyaç var mıdır, apandisitimiz vücudumuzda ne arıyor? 
Kılların nedeninin ilk insanların duygularını sadece sesle değil hareket ve koku ile de iletmeleri olduğu sanılıyor. Vücudumuzun bazı bölgelerinde bulunan tüy ve kılların ana görevleri koku üretip özellikle erkek ve dişi arasında iletişim kurmaktı. Aynı şekilde apandisitin de başlangıçta ot yiyen atalarımızın otlarını sindirmekte kullandıkları, ama zamanla otlamaktan vazgeçtikleri için körelen bir organ olduğu sanılıyor. 
Yabancıların "akıl dişi" de dedikleri yirmi yaş dişleri geç çıktıkları gibi, çoğu kez problem de yaratırlar ve diş hekimlerince derhal çekilmeleri önerilir. Aslında çiğnemede pek fonksiyonu da olmayan bu dişler bize henüz yiyeceği pişirerek yemeyi keşfedemeyen atalarımızın mirasıdır. Onların çiğ yiyecekleri yemek için daha kuvvetli bir çeneye ve dişlere ihtiyaçları vardı. 
Zaten diğer bütün dişlerimiz de aynı anda çıkmaz. Önce süt dişleri çıkar. Onlar döküldükten sonra ön dişler ve köpek dişleri çıkar sonra da azı dişleri. Yirmi yaş dişleri bu sırayı biraz geçirerek takip eder. Bütün bu olaylar olurken de çenemiz gelişmeye devam eder, ancak 20 yaşını geçtikten sonra yirmi yaş dişlerine çene kemiğimizde yer açılır. 

İnsanlık geliştikçe yirmi yaş dişine de çenemizde o kadar az yer kalıyor, yani insanın evriminde çene gittikçe küçülüyor. Bu nedenle bazı insanlarda bu dişler hiç çıkmadan gömülü olarak kalabiliyor. Yerine tam oturmadığından çürüyebiliyor, iltihap yapabiliyor. Bir fonksiyonu olmadığından da diş hekimleri çekip almayı tercih ediyorlar. 

Görevleri sadece çiğnemek olmasına rağmen dişlerimizin içinde sinirler de vardır. Bu sinirler dişlerimizle ilgili acı, ağrı ve ısıyı beynimize iletirler. Yani dişimiz çürürse sinir bir problem olduğu konusunda beynimizi ikaz eder ama nedense bu ikazı diş çürdükten, iş işten geçtikten sonra yapar, diş hekimleri de o dişi kurtarmak için önce sinirini alırlar.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Yolcu Uçakları Niçin Genelde Yaklaşık 10 Km Yükseklikte Uçarlar? Bunun Ne Gibi Faydaları Vardır?

Uçakların yaklaşık 10 km yükseklikte uçmalarının ana nedeni; alçaklara oranla bu yüksekliklerde, aynı yakıt sarfiyatıyla daha yüksek hızlara ulaşabilmeleridir. Çünkü, yüksekliğin her 5 km’lik artışında, hava yoğunluğu ½ faktörüyle azalır. Dolayısıyla, 10 km yükseklikteki hava yoğunluğu, deniz düzeyindekinin dörtte biri kadardır. Belli bir hızda uçan uçak için hava yoğunluğunun azalması, uçağın uğradığı sürtünme kuvvetinin azalması anlamına gelir. Ancak, uçağın belli bir kaldırma kuvvetini sağlayabilmesi için, yoğunluğu daha az olan havada daha hızlı uçması gerekir. En yaygın olarak uçulan hız 960 km/sa olup, bu değer; sıcaklıkla birlikte değişmekle beraber 1200 km/sa civarında olan ses hızından yeterince uzaktır. Sonuç olarak; 10 km yükseklikte 960 km/sa hızla uçan bir uçak; deniz seviyesinde bu hızın yarısıyla uçarken karşılaşacağı kadar sürtünme kuvvetine maruz kalır ve belli bir yakıt stoğuyla, deniz seviyesinde uçarak katedebileceği mesafenin iki misli yol alır. Tabii, yükseklerdeki basıncın düşüklüğü, kabinlerin yeterli oranda oksijen içeren havayla basınçlandırılmasını gerektirir.

15 Haziran 2012 Cuma

Telefon Şehir Kodları Nasıl Veriliyor?



Türkiye’deki telefon şehir kodları listesine bakarsanız, birbirine komşu şehirlerin kodlarının çok farklı, kod numaraları yakın olan şehirlerin ise birbirlerinden çok uzak olduklarını görürsünüz.
Bunun nedeni, kod sisteminin tuşlu telefonlar yaygınlaşmadan önce kadranlı telefonlara göre kurulmuş olmasıdır.
Kadranlı telefonlarda 9′u çevirmek için, hizasındaki deliğe parmağınızı sokup, sonuna kadar kadranı çevirmeniz ve bırakmanız gerekiyordu. Kadran da otomatik olarak geri dönerek eski konumuna geliyor ve bir tek numara çevirme işlemi tamamlanıyordu.
Bu işlemde 1′i çevirmek 9′u çevirmekten, 212′yi çevirmek 989′u çevirmekten çok daha kısa bir sürede gerçekleşiyor ve santraller daha az meşgul oluyorlardı. Şüphesiz bugünkü tuşlu telefonlar çok hızlı çalıştıklarından, numaraları aramak bakımından bir zaman farkı yok.
Bu nedenle, 212 gibi kısa süre tutan kod numaraları ülkenin en büyük, en çok telefon kullanılan şehirlerine verilmiştir. Örneğin, NewYork ve İstanbul’un kod numaraları aynı, yani 212 iken, Chicago ve Ankara’nın da 312′dir.
Bu sisteme göre bugün Türkiye’de üçüncü en kısa kod 222 ile Eskişehir iken, en uzun süren kod ise 488 ile Batman’dır.
Zamanla şehirler çok büyüyünce, onları kısımlara bölüp, yeni kod numaraları vermek ihtiyacı doğdu. Yeniler eskilerle karışmasın diye farklı numaralar verildi. Örneğin kodu 212 olan New York ikiye bölününce, ikinci kısma 718 kodu verildi. Bizde ise buna pek dikkat edilmedi, ben 212 mi Avrupa yakasıydı, yoksa 216 mı, hala karıştırırım.

14 Haziran 2012 Perşembe

Vurgun Yemek Nasıl Olur?

İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi şeyleri çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır. 
Deniz seviyesinde hava basıncı 1 atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç 1 atmosfer daha artar. 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir. 
Ancak tüple dalışında kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar. 
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar. 
Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir. 
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkılmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına "yüzeye gelen en küçük hava kabarcığından daha hızlı çıkma" şeklinde öğretirler.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Dart Tahtasındaki Sayıların Belli Bir Diziliş Mantığı Var Mı?

Bu sorunun en kısa cevabı, konu ile ilgili gerçeği kimsenin bilmediği...
Dart oyununun geçmişi oldukça eskilere, 14. yüzyıla kadar uzanıyor. İlk dart tahtasının üzerinde sayı olmadığı, tek amacın oku tahtanın ortasına saplamak olduğu sanılıyor. İnsanlar bu oyunu yeterince ciddiye almadıklarından, oyunun tarihsel gelişiminin kayıtlarına rastlamak mümkün değil.
Dart, 1850 yılından beri sevilen bir bar oyunu olarak ortaya çıkıyor. Modern dart tahtalarının ve üzerindeki sayıların da 1850'den sonra geliştirildiği tahmin ediliyor. "Standart", ya da "Londra" dart tahtasının üzerindeki sayıların Lancashire'lı Brian Gamlin tarafından bulunduğu söyleniyor. Ancak, elbette ki bununla ilgili kesin bir kanıt yok...
Dahası, en popüler dart tahtası olan "Londra" tipindeki sayı dizilişinden farklı dizilişlere de rastlamak mümkün. Örneğin, "Manchester tahtası"nda, 20, 1, 18 olarak bilinen sıra, 4, 20, 1, 16, 6, 17, 8, 12, 9, 14, 5, 19, 2, 15,3,18,7,11,10,13 olarak değişiyor. "Grimsby tahtası" ise, 28 numara ve ortadaki hedeften oluşuyor. Bugün bazı barlarda hâlâ "Fives tahtası" denilen ve 10,5,15,10,20,5 diye giden 12 dilimden oluşan dart tahtasına atış yapılıyor.
Dart tahtasının numaralandırılmasındaki genel kural oldukça açık; büyük numaralarla küçük numaralar yan yana sıralanıyor, böylece hedef tutturulamadığında, istenilenden çok farklı bir sayıya isabet edilmiş oluyor.
İdeal olarak birbirinin yanında bulunan sayılar arasındaki farkın mümkün olduğu kadar fazla olması gerekiyor. Matematikçilerin teorik olarak en doğru şekilde dizdikleri sayıların sırası şöyle; 1, 19, 3, 17, 5, 15, 9, 12,7, 10,13,8,11,14, 6, 16,4,18,2, 20... Bu da, bugün çoğu insanın ok fırlattığı "Londra tahtasından çok farklı değil. Ancak yine de kimsenin Londra dart tahtasında bir değişiklik yapmaya niyeti yok...

12 Haziran 2012 Salı

Vücudumuz Isısını Nasıl Ayarlıyor?

Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor? 
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da "hipotalamus". Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var. 
Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgarından, serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur. 
Gözle görülen ve görülmeyen omak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur. 
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terler, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi, göstermez, hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba? 
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır. 
Terleme ve dolaşm sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.