TRANSLATE

English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

++Sitene Ekle

HÜRRİYET

30 Nisan 2012 Pazartesi

Bozuk Paranın Kenarları Neden Tırtıklıdır?


Lidyalılar zamanında icat edilen para,ister madeni ister banknot olsun,insan hayatına damgasını vuran en önemli sembollerden biridir.Kağıt icat edilene dek altın,gümüş vb. kıymetli metallerden yapılan bozuk paralar kullanılırdı.O dönemlerin üçkağıtçıları bu paraları kenarlarından kazıyarak,çok miktarda olmasa da,değerli madenleri biriktirir,parayı da tekrar kullanırlardı.Eski paraların tam yuvarlak olmamasının nedeni de budur.Tabii bu paraları tüccarlar kabul etmiyor ve halkın elinde kalıyordu.Bu sorunu çözmek için bozuk paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı.Bu tırtıllar sayesinde,paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.Bu adet,günümüze kadar devam etti.Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen,bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
Paranın kısa bir tarhine geçecek olursakİ
İlk bozuk para,M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu medeniyetlerinden Lidyalılar tarafından basıldı.
Dünyanın ilk darphanesi Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul Simkeşhane’de kuruldu.
M.Ö. 118′de deri para kullanan Çinliler,M.S. 806′da ilk kağıt parayı yaptılar.
Batıda kağıt paraların basılıp kullanılması 17. yüzyılın sonlarına rastlar.
İlk kağıt paranın 1690′lı yıllarda ABD’nde Massachusetts Hükümeti,İngiltere’de ise ‘Goldsmith’ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı,1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulmasıyla da yaygınlaştığı görülür.
Osmanlı İmparatorluğunda ilk kağıt paralar idari,sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği Tanzimat Döneminde tedavüle çıkarılır.İlk Osmanlı Banknotları Aldülmecit tarafından 1840′da ‘Kaime-i Nakdıye-i Mutebere’ adıyla,bugünkü dille ‘Para Yerine Geçen kağıt’,bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili bor senedi veya hazine bonosu niteliğinde düzenlendi.Matbaada basılmayan ve elle yapılan bu paraların her birine resmi mühür vurulurdu.Osmanlı Yönetimi,1842′den itibaren de matbaada para basmaya başladı.

Ozon Tabakası Nasıl Oluştu?


 Yaşam ortaya çıkmadan önce, karbon dioksit, nitrojen ve diğer ağır gazlar, Dünya’nın manto tabakası ve yer kabuğu tarafından ortama bırakılıyordu. Bu gazlar dünyanın yerçekimi kuvveti sayesinde tutuldu ve zaman içinde bir atmosfer meydana geldi. Yerçekimi, metan (CH4), karbon dioksit (CO2), amonyak (NH3), hidrojen (H2), azot (N2), ve su buharının (H2O) bu şekilde atmosferde birikmesine neden oldu. Zaman içinde Dünya, su buharının yoğunlaşıp sıvı hale gelmesine olanak sağlayacak kadar soğudu. Bu durum beraberinde yağmurları ve kuvvetli kasırgaları getirdi. Sürekli yağan yağmur denizlerin oluşmasını sağladı. Şiddetli kasırgalar sırasında oluşan elektrik dünyanın yüzeyini etkiledi.
Bu sırada atmosferde serbest halde hiç oksijen yoktu çünkü oksijen hidrojenle birleşip suyu, yer kabuğundaki başka elementlerle de birleşip demir oksitleri, silikatları, karbon dioksiti ve karbon monoksiti oluşturuyordu. Yaklaşık 2 milyar yıldan fazla bir süre boyunca oksijenin tamamı başka elementlere bağlanmış halde bulunuyordu.
Ozon (O3) gazı, oksijen gazının yine oksijen atomları ile girdiği bir reaksiyon sonucunda oluşur. Bu gaz, yeryüzünden yaklaşık 15 km. yüksekte bulunan stratosferin önemli bir bileşenidir
İlk canlılar, atmosferde serbest oksijen bulunmadığı için anaerobik yani oksijensiz solunum yapan canlılardı. Anaerobik solunumda sonra fotosentez evrimi gerçekleşti, yani fotosentez yapabilen canlılar ortaya çıktı. Bu canlılar su ve karbon dioksiti kullanarak glikoz ve oksijen üretmeye başladılar. Serbest oksijen böylece atmosferin stratosfer adı verilen tabakasında birikmeye başladı. Morötesi ışınlar, bu tabakadaki oksijen moleküllerine (O2) çarparak bu moleküllerin iki oksijen atomuna (O + O) bölünmesi sebep oldu. Bu oksijen atomları da oksijen molekülleriyle birleşerek ozonu oluşturdular. (O + O2 › O3). Ozon tabakası bu şekilde oluştu. Ayrıca bu tepkimeler günümüzde de aynı şekilde oluşmakta. Ozon tabakasının üstünde yeterince oksijen bulunmadığı için tabakanın kalınlığı sınırlı. Daha alt tabakalara da morötesi ışınlar ulaşamıyor.

29 Nisan 2012 Pazar

Yağmur Tanesinin Şekli Nasıldır?

Yağmur taneleri küre şeklindedir, gözyaşı şeklinde değildir. 
Rulman ve kurşun gülle yapanlar düşen sıvıların bu özelliğini üretim süreçlerinde kullanır: Dökme kurşun çok yüksekten bir kalburdan geçirilerek soğuk suya damlatılır ve küre şeklini alır. 
Gülle üretme kuleleri bu amaç için yapılırdı. Bu kulelerden biri 1951'deki İngiltere Festivali'ne kadar Londra'da Waterloo Köprüsü'nün yanında bulunmaktaydı. 
Sadece 71 metre olan Baltimore'daki Phoenix Gülle Kulesi (hâlâ ayaktadır) İç Savaş'tan sonra Washington Anıtı yapılana kadar ABD'nin en yüksek binasıydi.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Uyumazsak Ne Olur?


Hayatımızın 1/3’ü uyumakla geçiyor. Napolyon ve Florence Nightingale bir gecede ortalama 4 saat uyurken, Thomas Edison uyumanın sadece zaman kaybı olduğunu savunuyordu.
Peki, o zaman neden uyuma ihtiyacı duyuyoruz? Bu soru yüzyıllar boyunca bilim adamlarının merak ettiği ancak cevabını kesin olarak veremedikleri bir sorudur. Bazıları uykunun günlük aktiviteler sırasında harcanan enerjiyi geri kazanmak için gerekli olduğunu savunuyor. 
Ancak şaşırtıcı bir gerçek de şu yönde: 8 saatlik uyku esnasında depolanan enerji sadece 50 Kcal; yani yediğiniz bir tostun verdiği enerjiyle aynı.
Uyuyoruz çünkü konuşma, hafıza ve esnek düşünmeyle ilgili değerlerimizin normal ölçülerde seyretmesi için uykuya ihtiyaç duyuyoruz. Diğer bir deyişle, uyku beyin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip.
Uyumazsak ne olur?
Uyumanın önemini anlamak için uyumazsak başımıza neler gelir onları düşünün. Uyku eksikliği beynin çalışmasını ciddi ölçüde etkiler. Unutkanlık, dalgınlık, kendini rahatsız hissetmek yaşanması muhtemel durumlardandır. Sadece bir gece uykusuz kalındığında konsantrasyon büyük ölçüde azalır ve istediğimiz şeye odaklanmada büyük zorluk çekeriz.
Sürekli olarak yetersiz uyku ile ayakta kalmaya çalıştığımızda, beynin konuşmayı, hafızayı, planlamayı ve zaman algısını kontrol eden bölümü ciddi bir şekilde sekteye uğrar ve kendini “kapatır”. 
Uykusuzluk sadece bilişsel aktiviteleri değil aynı zamanda duygusal ve fiziksel halimizi de etkiler. Uyku apnesi gibi aşırı uykusuzluktan kaynaklı hastalıklar başımıza bela olabilir. Araştırmacılar uykusuzluğun kilo almayla da yakından ilişkili olduğunu belirtiyor. Çünkü kilomuzu korumak için gerekli olan kimyasal maddeler uyku esnasında salgılanıyor.
Ne kadar uyku idealdir?
Herkesin uyuması gereken süre birbirinin eşdeğeri değildir. Ortalama uyku süresi 7,75 saat olsa da bazıları 5, bazıları ise 11 saat uykuyla kendini dinlenmiş hissedebilir.
Yalnızca insanların değil hayvanların da uyku süreleri birbirinden oldukça farklıdır.
Tür             Günlük ortalama uyku miktarı
Piton                        18 saat
Kaplan                     15.8 saat
Kedi                        12.1 saat
Şempanze                9.7 saat
Koyun                     3.8 saat
Fil                           3.3 saat
Zürafa                     1.9 saat
En uzun süre uykusuz kalma rekoru 1965 yılında Randy Gardner tarafından kırılmıştır ve Gardner 11 gün uyumadan kalmayı başarmıştır. 4 gün sonra halüsinasyon görmeye başlayan Gardner, birkaç gün sonra kendini ünlü bir futbol oyuncusu sanmış ve araştırmanın sonuna doğru bilişsel aktiviteleri ciddi ölçüde düşmüştür.

Sonsuza Dek Çalışacak Bir Makine Mümkün Mü?


 Dıştan enerji katkısı olmaksızın sonsuza dek çalışacak makineler insanlığın eski bir düşü... 19. yüzyıldan itibaren, bilimadamları bunun olanaksızlığını ortaya koydular.
Ama ya bir gün? 
Sonsuza dek hiçbir şey sürmüyor. Er ya da geç, bir gün mutlaka sona eriyor. 
Ne yakıt ya da pil, ne de insan veya hayvan enerjisine gerek duyan, kendi kendine dönüp duran bir makine müthiş bir buluş olurdu!.. Bir kez işletilir ve ilk itme sayesinde sonsuza dek çalışmasını sürdürürdü. Böyle bir makine, bitmez tükenmez bir enerji kaynağı yaratacağı için, insanları da çok mutlu ederdi. Ama ne yazık ki, gerçek yaşamda hiçbir hareket; hatta gezegenlerin ya da galaksilerinki bile sonsuza dek sürmüyor. Er ya da geç, bir gün mutlaka sona eriyor. 
Durmanın başlıca sorumlusu: Sürtünme 
Durmanın başlıca sorumlusu ise, hareket sırasında kaçınılmaz olarak gelişen sürtünmeler. Bu sürtünmelerdeki eğiklik; sözgelimi itilen bir salıncak, havayı çalkalıyor ve tespit noktalarının sıcaklığını yavaş yavaş, arttırıyor. Ve hareket enerjisi, enerjinin düzensiz bir biçimi olan ısıya dönüşüyor. Sonuçta da salıncak, "temel enerji"sini gitgide tüketiyor. Dıştan gelen bir katkı yoksa, hareket enerjisinin dağılması ısıyla dengeleniyor ve cisim mutlaka duruyor. Enerji kaçışlarına rağmen sürekli hareketi düşünmek, bir aracın benzin harcamadan ilerlemesini beklemeye benziyor. Dolayısıyla da, akla ters düşüyor... 
Konuyla ilişkin ilk açıklamalar, 17. yüzyılda yapıldı 
Sürtünmenin hareketi engellediği anlaşıldı. Şimdi, olayı daha iyi kavrayabilmek için bazı soruların yanıtlarına bir göz atalım... 
Isı; enerjinin bir biçimi olduğuna göre, makineyi yeniden çalıştırmak üzere niçin geri alınmaz ve yararlı enerjiye dönüştürülmez? Başka bir deyişle, makine kaybettiği enerjinin yerine niçin ısıyı kullanamaz? 
Ne yazık ki, bu olanaksızdır. 
1824'te Fransız mühendis Sadi Carnot'nun gösterdiği gibi, ısının mekanik enerjiye dönüşmesi için, farklı sıcaklık dereceleri içeren iki kaynak gerekir. Ve ancak, ısı aktarımının, sıcak kaynaktan soğuk kaynağa yönelmesi halinde gerçekleşebilir. O zaman da, termik kalorinin bir kısmı, soğuk kaynağın derecesini kaçınılmaz olarak yükseltir. Başka bir deyişle, termik kalorinin bir kısmı, "ikinci termodinamik ilkesi"nde açıkça belirtildiği gibi, mutlaka "ısı biçiminde, kalır. Bu da, ısının tümünün neden yararlı enerjiye dönüştürülemediğini ve buradaki farkın niçin "ortadan kalkmadığı"nı açıklar. Gerçekten de ısı, enerjinin "niteliği kötü" ya da daha doğrusu "değer kaybına uğramış" biçimidir; çünkü asla kalorinin yüzde 100'ü kullanılmaz. 
İşte bu yüzden de, termik enerjiyi kendi bütünlüğü içinde geri almak olanaksızdır. İdeali, ısınmayı önlemek, yani sürtünmeyi tümüyle orta­dan kaldırmaktır. Ancak o zaman geliştirilen hareket gerçekten sürekli olur, ama kullanılmaz. 
Teoriye göre, yalnızca yararsız bir makine sürekli çalışabilir 
Kuşkusuz, becerikli bir mucit, "ideal salıncak" gibi bir makine yapabilir. Ve mükemmel, ama hiçbir işe yaramayan sürekli salınımlarına bakakalır. Belki, yine de bir işte kullanmak için, hassas bir mekanizma yardımıyla, sözgelimi salıncağın her düşey geçişinde bir otomobili kaldırmasını sağlayabilir. Yararsız salınımları yararlı bir işe dönüştürmenin mutluluğunu yaşarken makine tükenir ve durur. O da makinesinin sürekli çalışmadığını fark ederek düş kırıklığına uğrar. 
Örneğimizdeki salıncak, enerjisinin bir kısmıyla gerçekten bir iş yapar; otomobili bıraktığı sırada yükseklik kazanır. Bununla birlikte, git­gide daha az yükselir, yani yükseklik kaybeder. Enerji, yavaş yavaş salıncağın dışına kaçtığı için de hareket durmayla sonuçlanır. O zaman, enerji tümüyle "potansiyel enerji" biçiminde otomobilin "kullanma yetkisine girer. Yani, artık otomobil, salıncaktan aldığı enerjiyi geri verme durumunda bulunur. Bunun için de, tersine işleyen mekanizmayla, otomobilin düşmesi ve yeniden ilk yüksekliğine çıkması yeterli olur. 
Enerji kaybetmeden bir iş yapmanın olanaksızlığı 
Fizikte "birinci termodinamik ilkesi" diye adlandırılan kavramı oluşturur. Bu kavram, 1850'ye doğru iki fizikçi, İngiliz James P. Joule ile Alman Julius R. von Mayer, tarafından kesin şekilde ortaya kondu: Enerji çeşitli biçimlerde (elektrik, mekanik, ısı vb.) kendini gösteren bir büyüklüktür; ama "değer", yani niceliği daima korunur. Hiçbir şey, onu yoktan var edemez, vardan da yok edemez (enerjinin ko­runumu ilkesi). 
Bu ilkeyi bilmeyen birtakım mucitler, yüzyıllar boyu, hem sonsuza dek çalışacak hem de kendi başına yükselmek için gerekli enerjiyi bulacak makineler yapmaya çalıştılar. Ama bu iki istek birbiriyle uyuşmaz. Gerçekten de, bir makine "sürekli" çalışmaz. Çalışsa bile, bir gün mutlaka durur; o zaman da, buna sürekli denemez. 
Sürtünme sorunu çözmüş bir makine düşünelim... 
Sürekli hareket araştırmasında, yararsız, ama sürtünme sorunu çözmüş bir makine düşünelim... Bir süperiletkende dolaşıp duran elektrik akımı, buna iyi bir örnek oluşturur. Elektronlar, daireler çizerek, süperiletkenin içinde yıllarca dönseler bile, bu hareket çok uzun bir sürede söz konusu durumunu koruyamaz. 
Alman fizikçi Rudolf E.J. Clausius'un 19. yüzyıl sonundaki çalışmaları, enerjinin büyük bir şiddetle dağılmaya ve Evren'in "entropi"yi (içe kıvrılma) arttıran bu bozulma, yani "düzensizlik" yönünde evrilmeye göre düzenlenmiş olduğunu göstermişti. Clausius'a göre Evren "termik ölüm"üne doğru evrilmekteydi. Sıcaklık derecesinin her yerde aynı olması durumunda, hiçbir şey hareket etmeyecek; ister sürekli ister kesintili hiçbir hareket olmayacaktı. 
Suya yayılan mürekkep, bardağın kenarında bir damla halinde yeniden toplanabilir mi? 
Bu "tersinmezlik" (ters doğrultuda işleyememe) durumu, zamanın daima aynı yönde aktığını belirtir. Bununla birlikte, acaba, suya yayılan mürekkep, bardağın kenarında bir damla halinde yeniden toplanabilir mi? Sorunun yanıtı Clausius'a göre olumsuz, ünlü öğrencilerinden Avusturyalı fizikçi Ludwig Boltzman'a göre ise olumludur. Ama son derece düşük bir olasılık söz konusudur. 19. yüzyılın sonunun bir başka bilgini, Fransız matematikçi Henri Poincare'ye bakılırsa; bu olay, çok uzun bir süre beklendiği taktirde, kesinlikle meydana gelecektir. Ancak bu süre, Evren'in yaşını bile aşar. 
Hareket sürekli olamaz; çünkü asla başlangıçtakinin aynı olamaz 
Günümüzde, kaos kuramı, bekleme koşuluna karşın, mürekkep damlası oluşumunun sonsuz kez ortaya çıkacağını bize gösteriyor. Bu da beliren düzensizlikte, başlangıç barınağına geri dönüşlerle kendini gösteren gizli bir düzenin bulunduğu anlamına geliyor. Yani, "düzensizlik"te bir "düzen" vardır. Ama bu geri dönüşler kusursuz olmayacaktır. Damlada toplanan mürekkep molekülleri, ilk durumlarını tamamen koruyamazlar. O halde, ne kadar direnç gösterse de hareket sürekli olamaz; çünkü asla başlangıçtakinin aynı olamaz. 
Ortaçağ'da batılılar, hayvanları sürekli işleyen makinelere (en azından canlıyken) benzetiyorlardı. Hayvanların "yeniden değer arttırma" gereksinimi duymadan çalışabilecekleri (araba çekmek gibi) düşünülüyordu. Hayvanlara benzeyen mekanik düzenekler yapma düşüncesi böylece doğdu. 
Sürekli hareketi hedefleyen ilk makine 
Ancak, sürekli hareketi hedefleyen ilk makine, 1150'ye doğru Hindistan'da gerçekleştirildi. Bu, kendi çevresindeki dönüşünden destek alan bir tekerlekti. Ağırlıklar, sol ve sağ bölüm arasında sabit bir dengesizlik oluşturacak şekilde dağıtılmıştı. Tekerleğin dönüşünü ise, söz konusu dengesizlik sağlıyordu. Buluş, kesinlikle tesadüfen ortaya çıkmamıştı. Sürekli hareket düşüncesi, Hindu felsefesindeki çevrimler kavramına, sonsuz dönüşe, yani reenkarnasyona (yeniden doğuş) dayanıyordu. 
Araplar, sürekli hareket kavramını büyük bir hızla Avrupa'ya yaydılar. 1235'te Villard de Honnecourt, mimarlık kitabında pek çok tekerlekli "devridaim makinesi" modelinden söz etti. Yaklaşık aynı sıralarda, bir başka bilgin Pierre de Maricourt da, buna çok benzeyen bir makine çizdi. Tek farkı, hareket nedeni olarak ağırlık yerine mıknatıslığı göstermesiydi. Dengesiz tekerlek, yüzyıllar boyu sürekli hareketin ardında koşan bilginlerin temel şemasını oluşturdu. Ama bu düzeneklerin hiçbiri sürekli çalışmadı. 
Leonardo da Vinci denemesi 
17. yüzyılın başında, Leonardo da Vinci, yarısı suya daldırılan bir tekerlekle konuya yenilik getirdi. Ancak deney, ötekilerden daha inandırı­cı olmadı. Çağının her zaman ötesinde olan İtalyan bilgin, bunun üzerine sürekli hareket olasılığından kuşkulanmaya başladı. 17. ve 18. yüzyıllar arasında yapılan deneyler suya yönelikti. Temel şemada, sıvının düşüşü çarklı bir tekerleği harekete geçiriyor; bu da bir Arşimet vidasını çalıştırıyordu. Arşimet vidasının işi, tekrar aşağı düşmesi için suyu yukarı çıkartmaktı. Bu amaçla yaylar, sarkaçlar, mıknatıslar; hatta suyun çok ince kılcal borularda yükselmesinden bile yararlanıldı. 
Ama bu sistemlerin hiçbirisi işlemedi 
1775'te Fransız bilgin Laplace'ın etkisiyle, Kraliyet Bilimler Akademisi, sürekli hareket sağladığı öne sürülen hiçbir devridaim makinesini artık incelemeyeceğini ilan etti. Karar, sürekli hareketin bilimsel yönden çürütülmesine değil, deneylere (çalışmadığı için) dayanıyordu. 
Sürekli hareket düşüncesi, 1800'e doğru sert bir darbe yedi 
Fransız bilgin Lavoisier, insanlarla hayvanların, nefes alırken ve hareket ederken, besinlerden alınan enerjiyi yavaş yavaş yaktıklarını gösterdi. Ve böylece sürekli hareket eden hayvan-makine düşüncesi de kesin olarak çöktü. Buna karşın, bazı araştırmacılar, konuyu savunmaya devam ettiler. Yine 1800'e doğru, İtalyan fizikçi A.Volta elektrik pilini icat ettiği zaman, icadın yıpratmayacağı (kullanılsa bile) ve hiç durmadan enerji verebileceği sanıldı. Gerçek böyle çıkmayınca da bir yapım hatası üstünde duruldu. Pil ya da dinamoyla sürekli hareket sağlama ümidi, 1850'de Joule'ün, enerjinin karşı konmaz bir şekilde ısıya dönüştüğünü göstermesiyle ciddi olarak yıkıldı. 
Termodinamik ilkeleri ile sürekli hareketin olanaksızlığı keşfedildi ama. 
Ancak, bu noktada olaya bir başka açıdan da bakmak gerek... Yüzyıllar boyunca bu tür makineler yapma uğrunda harcanan emekler tümden boşa çıkmadı. Makinelerin çalışmadığı görülünce, bilginler "neden" aramaya yöneldiler ve sonunda da termodinamik ilkeleri ile sürekli hareketin olanaksızlığını keşfettiler. 
Kapıdan kovulan sürekli hareket düşüncesi, radyoaktivite ile bacadan girdi 
19. yüzyılın sonunda işin tümüyle kapandığı düşünülüyordu. Ama, kapıdan kovulan sürekli hareket düşüncesi, 1895'te radyoaktivitenin keşfiyle bacadan giriverdi. Ve ışının, enerjisini nereden aldığı sorusu gündeme geldi. Görünüşe bakılırsa hiçbir yerden almıyordu. Kimi araştırmacılar, uranyumla çalışan devridaim makineleri tasarladılar. Ama, hemen ardından Einstein, kütlenin bir enerji biçimi (e=m.c2) olduğunu gösterdi. Radyoaktif bir cisimden salınan enerji, daha önceden cismin içinde kütle biçiminde bulunuyordu ve sonra ışına dönüşüyordu. Başka bir deyişle, ne var oluyor ne de yok oluyordu; yalnızca biçim değiştiriyordu. Bu durum çerçevesinde, radyoaktivite termodinamik ilkeleriyle çelişmez ve hiçbir şekilde de sürekli hareketi doğuramazdı. 
Olsun, hala ümidim var. 
Bilimadamlarına göre bu olgu, sürekli hareketin olanaksızlığım kanıtlar. Gerçek böyle... Ama, mitler hala aklımızı kurcalamaya devam ediyor... 
Calud'un "Kitab-ül Hiyel"deki devridaim makinesinin çizimi... 
Bu aygıt, basit olarak sekiz kollu bir çarktı. Kollardan her birinin ucunda, tam ortasında ki mil etrafında dönen birer çubuk bulunuyordu. Çubukların bir uçlarında ağırlık vardı, diğer uçları ise eğilip bükülmez bir telle göbekteki sabit raya bağlıydı. Öyle ki teller, uçlarındaki tekerlekler sayesinde bu ray üzerinde kolayca kayabiliyorlardı. Ancak ray, çarkın göbeğinin tam ortasında değildi, işte, tekerleğin dengelenmesini de bu sağlıyordu. Çünkü rayın bakışımsız olması, ona bağlı olan çubukların çark döndükçe itilmesine ve çekilmesine, böylece kolların ağırlık merkezinin sürekli değişmesine neden oluyordu... 
Calud, demiri ateşle ve balyoz darbeleriyle yola sokarak güç bela çarkı yaptı. Millerini yağladıktan sonra ona bitimsiz hareketini başlatacak ilk fiskeyi vurdu. Çark uzun süre döndü, fakat çok geçmeden yavaşlamaya başladı. Devridaim makinesi durduğunda, iktidar tutkunu bu mucit, başarısızlığını bir tesviye hatasına bağlıyordu... 
Parlak projeler ve ünlü üçkağıtçılar 
Sürekli hareket inancından yararlanmaya kalkan sayısız şarlatan çıktı. 
1775'te, Kari Elias Bessler, Rus Çarı'nın da yakından ilgilendiği bir devridaim tekerleği yaptı. Gerçekte ise, düzenek yan odada bulunan bir kişinin elle yönettiği bir iple harekete geçiyordu. 
Aynı şekilde, 1856'da Willis'in tekerleği, bir kaidede saklanan ve içinde sıkıştırılmış hava bulunan bir kap tarafından çalıştırılıyordu. 
Ama en ünlü şarlatan John Keely idi. 1875'te, suyu, kuvvetli bir basınç altında sürekli olarak buhara çeviren bir makine icat etti. Ölü­münden sonra, mahzeninde, sıkıştırılmış hava ikmali yapan 3 tonluk bir depo bulundu! 
Bu tür makinelerle uğraşan pek çok iyi niyetli insan da çıktı. Yakın yıllarda, ABD'de mahkemeler, makinesini onaylamadığı gerekçesiyle patent bürosuna dava açan bir mucidin şikayetini reddettiler. Oysa 1972 yılında, aynı büro, çalışma sistemi "ikinci termodinamik" ilkesine uymayan bir makineye patent vermişti!

27 Nisan 2012 Cuma

Telefonda Ses Ne Kadar Hızlı Gidiyor?

Sesimiz telefonda ses hızı ile gitmez. Telefonun ağız kısmı denilen mikrofona konuştuğumuzda, ses burada elektrik akımına çevrilir. Karşı tarafın telefonunda tekrar sese çevrilene kadar yolculuğunu elektrik akımı olarak yapar. 
Bilindiği gibi elektriğin hızı ışık hızı ile aynıdır. Dolayısıyla ses telefonda ışık hızı ile yol alır. 5 kilometre uzaklıktaki bir arkadaşınızla telefonla konuşurken onun bulunduğu yerde gök gürlerse, şimşeğin ışığının gökgürültüsünden önce gelmesi gibi, gökgürültüsünün telefondaki sesi de havadan gelen sesine göre daha önceden kulağımıza ulaşır. 
Ses hızı, deniz seviyesinde, kuru ve sıfır derecedeki havada saniyede 331,4 metredir. Bakır kablo içinde ise saniyede 3500 metre kadardır. Yani sesimiz telefonda ışık hızı ile değil de ses hızı ile gitseydi (ki bu mümkün değildir) 600 kilometre uzaklıktaki bir arkadaşımız konuştuklarımızı telefonda 3 dakika sonra duyabilirdi. Düşünebiliyor musunuz böyle bir konuşma sonunda gelecek telefon faturasını?

25 Nisan 2012 Çarşamba

Uçakları Niçin Kara Kutunun Malzemesinden Yapmıyorlar?

Uçak kazalarında uçak paramparça olsa da, denizin dibine gitse de hemen kokpit denilen pilot kabinindeki son konuşmaları kaydeden karakutular aranır. Çoğunlukla korkunç kaza enkazı arasından sağlam olarak bulunan bu kutular sayesinde kazanın nedenlerine ulaşılır. Karakutu bu kadar sağlam malzemeden yapılıyorsa neden uçağın tümünde aynı malzeme kullanılmıyor? Uçakların rahatça havada kalabilmeleri, uzun mesafelere az yakıtla ulaşabilmeleri, mümkün olduğunca hafif malzemeden yapılmış olmalarına bağlıdır. Bu malzemeler çoğunlukla alimünyum ve plastiktir. 
Kokpitteki sesleri ve uçuş bilgilerini kaydeden her iki kutu da paslanmaz çelikten yapılır. En ve boyları yaklaşık 25'er santimetre, derinlikleri 12-13 santimetredir. Kutuların et kalınlıkları ise 6-7 milimetre kadardır. Kutular ayrıca ısıya ve yangına karşı tedbir olmak üzere plastikle çevrili sıvı köpük ile de donatılmışlardır. 
Kutular o kadar sağlamdırlar ki, denize düşmüş bir uçağın kutuları 7 sene sonra çıkarılabilmiş ama buna rağmen kayıtlar sağlıklı olarak dinlenebilmiştir. Başlangıçta kutular kanatların birleşme noktasına yakın bir yere konuluyorlardı. Bu bölge uçağın en ağır kısmı olduğundan düşüş anında bu ağır parçalar kutuların üzerlerine düşerek zarar verebiliyorlardı. Sonraları kutular uçağın kuyruk kısmına konulmaya başlanıldı. Tabii bu, uçağın kuyruk kısmındaki koltuklar insanlar için daha emniyetlidir anlamına gelmez, ancak bu yer karakutuların uçağın enkazından en uzağa düşmesini sağlamaktadır. 
Uçak kazalarının nedenleri değişiktir. Havada bir şekilde infilak ederek düşen uçaklarda yolcuların kurtulma olasılığı yoktur. Bu nedenle de uçağın yapıldığı malzeme bu açıdan önemli değildir. Uçak yere bir bütün halinde çarpsa da düşen bir asansörde olduğu gibi yolcular çarpmanın şiddetinden hayatlarını kaybederler. 
Uçağın içine sıvı köpük doldurmak elektronik aletleri koruyabilir ama insanların sadece ölüm nedenlerini değiştirir. Uçağın malzemesini karakutu malzemesinden yapmak, parçalanma ve yangından zarar görme tehlikelerini önler ama ne yazık ki bu malzemeden yapılmış bir uçak da uçamaz. 
Karakutuların renkleri kara değil turuncudur. Bu rengin tercih edilmesinin sebebi enkaz arasından daha rahat fark edilmeleri içindir.

24 Nisan 2012 Salı

Vücudumuzda Kaç Kemik Vardır?

Doğduğumuzda sahip olduğumuz kemik sayısı 300'ün üzerinde. Gelişim sırasında bu kemiklerden bir kısmı birbiriyle birleştiği için yetişkin vücudundaki kemiklerin sayısı daha az. Kişiden kişiye değişebilmekle birlikte, bu sayı 206 olarak kabul ediliyor.

Vücudumuzdaki Hücreler Öldüğünde Ne Olur?


Vücudumuzun yüzeyindeki ya da organlarımızın dışındaki hücreler deri yoluyla ve boşaltımla vücuttan atılır. Vücudun içinde kalan ölü hücrelerin bazıları fagositler tarafından temizlenir.Ölü hücrelerden edinilen enerji diğer beyaz hücrelerin üretiminde kullanılır.Bazı ölü hücreler özellikle bırakılır, çünkü bunların vücuttaki görevleri hala bitmemiştir. Örneğin, gözün lensi, deri, tırnak gibi dokular da ölü hücrelerden oluşur ama bunlar beden için gerekli olduğu için yok edilmezler.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Yakamoz Nedir?


Nedense herkes yanlis bilir, Yakamoz Ayin isiginin suya, denize savki diye bilinir. Onun adi ayin savkidir. Yakamoz aksine Ay olan gecelerde olmaz..
Yakamoz bir canlıdır, latince ismi Noctiluca Milliarisolan bu canlı ayni bir ates böceginin denizde yasayan versiyonudur. Limunisans maddesini vücudunda barındiran bu canlıya dokunuldugunda bir ısık saçar. Bu canlı bir planktondur, yani milimetrik boyutlarda bir canlidir. Bunlardan milyonlarcasi bir araya geldiginde geceleri bir kayık geçerken, veya bir balık sürüsü geçtiginde bu canlılara çarparak ısık çıkartmalarını saglarlar. O yüzden balıkçı sandallarında yüksek bir direk ve bu diregin ucunda oturulacak bir yer vardir. Balıkçılardan biri buraya oturarak ay olmayan geceleri balıkların yakamoz yaparak geçtikleri yollari görüp dümenciyi oraya yönlendirirler. O yüzden Lüfer avlarken Lüx ışığı kullanılır. Isık balık gelsin diye degil, misinanin degdigi yakamozların çıkardığı ısıktan Lüfer korkmasın diye Lüx ışığı ile yakamoz ışığını öldürmek için kullanılır.
Kelimeleri harcarken yanlışlara düşmeyelim. Esasında Yakamoz (eğer göreniniz varsa bilir) olagan üstü bir seydir, Yakamoz olduğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormus gibi olur. Ama bunun için ay ışığı olmaması gerekir. Ay ışığında (daha baskın olduğu için)göremezsiniz.

22 Nisan 2012 Pazar

Yarasalar Niçin Kan Emer?

Çoğumuz belki hayatımızda hiç yarasa görmemişizdir. Çünkü yarasalar insanlardan uzaklarda, genellikle mağara kovuklarında yaşar ve geceleri zifiri karanlıkta ortaya çıkarlar. Yarasalar tabiatın harikulade yaratıklarından biridir. İnanılmaz özelliklere ve örnek bir toplumsal dayanışmaya sahiptirler. 
Dünyada dokuz yüz değişik yarasa çeşidi olduğu biliniyor. Kan ile beslenmeleri insanların gözünde onları vampir ile özdeşleştirmiş, hep korkulan bir hayvan olmuşlardır. Halbuki yarasaların çoğu kan ile beslenmez. Zararlı böcekleri yiyerek insanlığa faydaları dokunur. Sadece bir yarasa bir saat içinde üç yüz böcek yiyebilir. Muz, avakado gibi ticari değeri yüksek ağaçların çoğalmaları için polenlerinin taşınmasında en önemli rolü yarasalar oynar. 
Şimdi gelelim yarasaların şaşırtıcı özelliklerine. Bir kere yarasa uçabilen tek memeli hayvandır. Dünyada nüfus sayısı olarak da ikinci sıradadırlar. Dünyanın en küçük memelisi de bir yarasa türüdür. İlk olarak Tayland'da keşfedilen bu minik yarasa 2-3 gram ağırlığında ve bir yaban arısı büyüklüğündedir. 
Yarasalar yönlerini bulmak ve beslenmek için çok yüksek titreşimli ses dalgaları yayarlar. Bu ses dalgalarının frekansları 20 binin üzerinde, yani ultrasonik oldukları için insanlar bunları duyamaz. Bu ultrasonik sesler yerdeki avdan yansıyarak yarasaya geri gelir. İşitme sistemi il ebu geri gelen sesi algılayan yarasa avının bulunduğu yeri kesinlikle saptar. Hatta devamlı gönderdiği ses dalgaları sayesinde onun hareketini de izleyebilir. Yarasaların bazılarının bir çeşit sonar olan bu sistemi o kadar gelişmiştir ki, dişilerini arayan erkek kurbağaların seslerinden büyüklüklerini ve iyi bir av olup olmadıklarını anında saptayabilirler. 
Yarasalar gece ava çıkmak için, ay varsa onun kayboluşunu, yani tam karanlığı beklerler. Sıcak kanlı memeli hayvanların kanları ile beslenen yarasalar genellikle atları sığırlara tercih ederler. Salgısında bulunan pıhtılaşmayı önleyici bir madde 20-30 dakika kanın sürekli akmasını sağlar ve beslenme gerçekleşir. Bir kez kanını emdikleri hayvanla karşılaşırlarsa diğerlerini bırakıp yine ona saldırırlar. 
Vampir yarasalar arka arkaya iki gece kan içmedikleri takdirde ölürler. Her gece vücut ağırlığının en az yarısı kadar kan içmek zorundadırlar. Doğumdan sonra anne, emzirmenin yanında yavruya takviye olarak, kusarak kan da verir. Bu yetersiz kalırsa bir başkası yardımcı olur. Hatta yetişkin yarasaların, ölmek üzere olan bir başkasına ağızdan kan verip onu kurtardıkları görülmüştür. Toplumsal dayanışmanın bu kadar güçlü olduğu az canlı topluluğu vardır.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Yağmur Bir Anda Boşalmak Yerine Niye Damla Damla Yağar?


Bunun nedeni su damlacıklarının bulutlarda oluşmasıdır. Bu bulut, buharın toz zerrecikleri ve elektrik yüklü parçacıklar üzerinde yoğunlaşmasıyla oluşur. Bu damlacıkların çapları genellikle 1 ile 10 mikron arasındadır.
Bulutlar yukarı doğru belirli bir hızla (genellikle, 1 ila 10 m/s) hareket ederlerken su damlacıklarını da doğal olarak beraberlerinde götürürler. Damlacıklar yükseldikçe yoğunluklarının artması sonucunda büyürler. İki veya daha çok damlacığın çarpışarak birleşmesiyle damlalar oluşur. Damlalar havanın artık onları yukarı doğru taşıyamayacağı kadar büyüdükleri zaman (yani damlaların ağırlıkları, yükselen hava tarafından uygulanan itme kuvvetini aştığında), yağmur olarak aşağı düşmeye başlarlar. Bu kesintisiz bir süreç olduğundan bir bulutun yağmur olup tamamen aşağı indiğini çok nadir olarak yaşanan "sağanaklar" dışında görmeyiz.

20 Nisan 2012 Cuma

Yemek Yerken Çatal Niçin Sol Elde Tutuluyor?

Resmi yemeklerdeki en sıkıcı durumlardan biri de budur. Sağ ellerini kullanan insanlar için sol elle çatala hükmetmeye çalışmak sıkıntı verir. Hele etin yanında, aynı tabakta pilav da varsa, sol eldeki çatalla pirinç tanelerini düşürmeden ağza ulaştırmak gerçekten alışkanlık ister. Bereket çorba kaşığı için böyle bir kural yok da sıcak çorbayı üstümüze başımıza dökmeden içebiliyoruz. 
Çatal - bıçak ile yeme adabımızı, kökeni saray ve asil sınıfına dayanan Avrupa kültüründen almışızdır. Her zaman rahat hareket etmeyi seven Amerikalılar ise bu görgü kuralına pek uymazlar. Eti sağ ellerindeki bıçakla kesip, ellerindeki çatal ile bıçağı takas ettikten sonra sağ ellerine aldıkları çatalla yerler. 
Yemekte eti kestikten sonra bıçağı masaya bırakarak çatalı soldan sağa alıp eti ağza götürmek, sonra çatalı sola, bıçağı tekrar sağ ele almak ve bu hareketi yemek boyunca tekrarlamak yemek yeme hızını düşürür. Yemeği yavaş yemek bazı toplumlarda yemeğe saygı ifadesi olarak görülürken, bazı toplumlarda ise bu davranış yemek adabı bakımından saygısızlık olarak karşılanır. 
Bir görüşe göre Amerikalıların çatalı tutuş şekillerinin ardında rahatlık değil alışkanlık yatıyor. 1700'lü yılların ortalarına kadar Amerika çatalsız bir toplumdu. İnsanlar yemek yerken sadece bıçak ve kaşık kullanıyorlardı. Kaşık kesilen eti tutmaya yararken bıçak hem kesmeye hem de batırıp ağza götürmeye yarıyordu. Daha sonraları sofralardaki bıçakların uçları yuvarlaklaştı. Eti kestikten sonra kaşığı sağ ele alıp eti ağza götürmek alışkanlığı başladı. Çatal kullanılmaya başlanınca da aynı alışkanlık devam etti. 
Avrupalılar ise aradaki bu kaşık kademesini hiç yaşamadılar. Yemeği ağza götürmek bakımından doğrudan bıçaktan çatala geçtiler. Yemeğin temposunu düşürmek gibi bir görgü kuralları yoktu. Sağ elini kullanan bir insan için bıçağı sol elle ileri geri hareket ettirip eti kesmek zordu ama sol elle çatalı ete batırıp ağza götürmeye alışılabiliyordu. Asil sınıfının her zaman zorlayıcı ve göslerişe yönelik nezaket kuralları, çatal kullanımı halka yayılınca da devam etti. 
Avrupa'da ve oradan yayılan kültürlerde, yemek süresince çatalın sol, bıçağın sağ elde tutulması gelenek haline geldi. Avrupalılar çatalı ellerinde tutarlarken çatalın uçları yere bakar. Amerikalılar ise çatalı sağ elde uçları yukarı bakacak şekilde tutarlar. 
Yemeklen sonra tatlı yenilirken çatalın sağ elde olması ise hiçbir kültürde görgüsüzlük anlamına gelmiyor.

Bukalemunlar Niçin Renk Değiştirirler?


Bulundukları ortama uymak için renk değiştirmezler. 
Bunu hiç yapmamışlardır; hiçbir zaman da yapmayacaklardır. Bu tamamen bir mittir. Tümüyle uydurmadır. Koca bir yalandır.
Bukalemunlar değişik duygusal haller sonucunda renk değiştirirler. Eğer bu renk değiştirme ortama uymak için oluyorsa bu tamamen tesadüftür. Bukalemunlar korktuklarında, bir tehlike atlattıklarında ya da bir kavgada başka bir bukalemunu alt ettiklerinde renk değiştirirler. Karşı cinsten bir bukalemunu gördüklerinde ve bazen de ışık ya da ısıdaki değişiklikler sonucu renk değiştirirler.
Bir bukalemunun derisi kromatofor (Yunanca renk anlamına gelen chroma ve taşımak anlamına gelen pherein'den oluşur) adlı özel hücrelerden oluşan birçok katman içerir, bu katmanların her biri de değişik renkte pigmente sahiptir. Bu katmanlar arasındaki dengenin değişmesi derinin değişik ışık türlerini yansıtmasına neden olarak bukalemunları yürüyen bir renk çarkı haline getirir.
Bukalemunların ortama uymak için renk değiştirdikleri düşüncesinin bu kadar ısrarcı olması tuhaftır. Bu uydurmaca ilk defa, eğlenceli öyküler ve kısaltılmış biyografiler yazan Karistoslu Antigonos adlı genç bir Yunan yazarın MÖ 240 civarında yazdığı eserinde görülür. Çok daha nüfuzlu olan ve bir yüzyıl daha önce yazan Aristoteles (oldukça doğru bir biçimde) renk değişimini korkuya bağlamıştı ve Rönesans'a kadar "ortama uyma" teorisi neredeyse bütünüyle terk edilmişti. Bu teori intikam alarak geri döndü ve bugüne kadar belki de birçok insanın bukalemunlar hakkında "bildiklerini" düşündükleri tek şeydir.
Bukalemunlar aynı anda, saatlerce, tamamen hareketsiz kalabilirler. Bu yüzden ve çok az yediklerinden dolayı yüzyıllardır bukalemunların havayla beslendikleri düşünülüyordu. Elbette bu da doğru değil. Bukalemun kelimesi Yunancada "yerdeki aslan" anlamına gelir. En küçük türleri 25 mm uzunluğundaki Brookesia minima'dır; en büyükleri ise 610 mm'den uzun olanChaemaeleo parsonni'dir. Bayağı Bukalemun Latincede Chamaeleo chamaeleon diye bilinir ve bir şarkının girişine benzer.
Bukalemunlar birbirinden tamamen farklı iki yöne aynı anda bakabilmek için gözlerinden her birini birbirinden bağımsız olarak döndürüp odaklayabilirler. Ama bukalemunlar tamamen sağırdır. İncil, bukalemun yemeyi yasaklamıştır.

19 Nisan 2012 Perşembe

Yunuslar Ne İçer?

Hiçbir şey içmezler. Yunuslar çölde hiçbir su kaynağına ulaşamayan hayvanlar gibidir. Suyu yiyeceklerinden (genellikle balık ve kalamar) ve su açığa çıkaran vücut yağlarını yakarak elde ederler.
Yunuslar balinadır, katil balina yunusların en büyük üyesidir. İsimleri İspanyolcada asesina-ballenas, yani "katil balina" sözünün değişime uğramış halidir. Bu şekilde adlandırılmalarının nedeni, bir grubunun biraraya gelince daha büyük balinaları öldürebilmesidir.
Yaşlı Plinius bu şanı devam ettirmelerinde yardımcı olmamıştır. Ona göre bir katil balina ancak şöyle tanımlanabilir ya da tasvir edilebilirdi: "Vahşi dişlerle donanmış, korkunç büyüklükte bir et kütlesi."
Yunusların diğer tüm memelilerden daha fazla, 260'a kadar dişleri olabilir. Buna rağmen balıkları bütün olarak yutarlar. Dişler sadece avı kavramaya yarar.
Yunuslar boğulmamak ve korunmak için tek gözü kapalı uyurlar 
Yunuslar beyinlerinin bir yarısını ve aynı anda zıt yöndeki gözlerini kapatarak uyurlar. Beynin geri kalanı uyanık kalırken diğer göz, yırtıcı hayvanları ve engelleri izler ve su yüzüne çıkıp nefes almayı hatırlar. İki saat sonra yan dönerler. Bu sırada suda giden "tomruk"lara benzerler.
Yunuslar Vietnam Savaşı'ndan beri büyük hizmet verdikleri Amerikan Donanması'nda çalışıyor. Amerikan Donanması şu anda yüz kadar yunus ve otuz kadar diğer deniz memelilerinden çalıştırıyor. Altı denizaslanı yakın zamanda Irak Görev Gücü'ne tayin edildi.
Katrina tayfunundan sonra, Amerikan Donanması'ndan eğitim almış 36 saldırı yunusunun zehirli mızraklarla donanmış olarak denizde gezindiğine dair bir hikaye dolaştı. Bu hikaye bir uydurmaca gibi görünüyor; her şeyin ötesinde "askeri" yunuslar saldın için değil, bir yerleri bulmak için eğitilir.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Saat Neden Sağa Dönüyor ?


İlk olarak eski Mısırlılar, güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler. 
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti. 
Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu. 
Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön değişmedi, hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu. 
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.

Yüksek Gerilim Hatlarına Kuşlar Konuyor Peki Niçin Elektrik Çarpmıyor?

Elektrik çarpması canlının üzerinden geçen akımla ilgilidir. Akımın oluşması için enerjinin bir yerden (yüksek potansiyelden) diğer bir yere akması (düşük potansiyel) gerekir. Şebeke gerilimi için faz-nötr, doğru akım için +,- gibi. Dolayısı ile sadece faza veya artıya dokunmak canlıya elektrik
çarpması için yetmez. Diğer taraftan toprağa, nötre veya başka bir faza da dokunması veya yaklaşması (voltaja göre değişir) gerekir.
Enerji iletim hatlarına konan kuşlar sadece enerjinin geçtiği kabloya konuyorlar. Eğer bacakları uzun bir kuş olan leylek bir bacağını kabloya diğer bacağını direğe dokunsa kesinlikle çarpılır. Yani üzerinden yüksek akım geçer.
Ancak bunu hiçbir şekilde bizim denemememiz gerekir.

17 Nisan 2012 Salı

Ölümle İlgili Neler Biliyorsunuz?


1. Ölümden sonra üç gün içinde akşam yemeğinizi öğütmenize yardımcı olan enzimler sizi yok etmeye başlar. Bozulmuş hücreler bakteriler için besin kaynağı olacak ve vücudunuz kısa bir süre içinde çürüyecek.

2. Ölüyü gömme geleneği 350 bin yıl öncesine dayanıyor. İlk olarak İspanya'nın Atapuerca bölgesinde ortaya çıktığı düşünülüyor.

3. İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren ortalama 100 milyar insanın öldüğü tahmin ediliyor.

4. 1951 yılından beri neredeyse hiçbir ABD'li aşırı yaşlılıktan dolayı ölmedi.

5. Canlının ölmesi ne şekilde olursa olsun, her koşulda oksijen yetersizliğinden dolayı gerçekleşiyor. Hangi nedenden dolayı ölürseniz ölün, oksijen solunumu kesilince hayat sona eriyor...

6. Sadece ABD'de toprağa gömülen ölü vücutlardan 827,060 galon akıcı sıvı toprağa salınıyor. Bu da havaya hidroklorik asit, sülfür ve karbondioksit karışması anlamına gelir.

7. İsveç'te Promessa isimli şirket ölü bedenini sıvı nitrojen içinde dondurarak özel bir işlemden geçiriyor. Mısır nişastasından hazırlanmış özel bir tabut içinde toprağa gömüyor. Buna da 'ekolojik defin' adını veriyor.

8.Hindistan'daki zerdüştler ölülerini akbabaların yemesi için açıkta bırakıyor.

9. Akbabaların çoğu insan ve sığır leşi yemekten ölüyor.

10. Madagaskar yerlileri ölülerin kemiklerini toprağın altından çıkarıp, kasabanın etrafında bir tur gezdirdikten sonra tekrar gömüyorlar. Bu törene 'famadihana' adı veriliyor.

11. 19. yüzyılda Mısır'da demiryolu şirketleri toprak altından çok sayıda mumya çıkarıp lokomotifler için yakıt yaptılar.

12. Embriyoların gelişmesi süresinde organlarımızdaki bazı hücreler kendini yok ediyor. Öyle olmasaydı eğer, genetik arızalarla doğabilirdik.

13. ABD'de insanların yüzde 80'i hastanede ölüyor.

14. New York'ta intihar eden insan sayısı cinayete kurban gidenlerden daha fazla.

15. Hiçbir kültür 'Ölmek' kelimesini direk kullanmayı tercih etmez. Her kültürün bu kelimeyi karşılayan birtakım deyimleri vardır. Mesela 'vefat etti' veya 'göç etti' gibi...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Örümcek Ağının Özelliği Nedir?


Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok özel nitelikleri olan sağlamlık ve esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik telden iki kat daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orjinal durumuna dönecek kadar esnektir. 
Örümcek ağları kendine yüksek hızla çarpan nesneleri yırtılmadan esneyerek frenler. Tekrar gerisin geriye yaylanmadığından nesne ters yöne fırlamaz, yapışır kalır. Örümcek ağının esneme kapasitesi bugün yapay olarak üretilmiş en iyi telin neredeyse dört katıdır. 
Bu maddeyi yapay olarak elde etmeyi hala başaramayan bilim insanlarının örümcek çiftliği kurup, örümcekleri sağarak, ipliklerini aldıklarını biliyor muydunuz? Yaklaşık 2.5 santimetre boyundaki bu örümceklerden günde hayvan başına 320 metre (yaklaşık 3-5 gram) iplik elde ediliyor ve bu iplikler ABD ordusuna kurşun geçirmez yelek yapmada kullanılıyor. 
Dünyada 34 bin örümcek cinsi tepit edilmiştir. Yani her cins örümcek farklı özellikler taşır. Örümceklerin hepsinde zehir bezleri vardır, ama karadul örümceği, kahverengi örümcek gibi çok az türü insana zarar verebilir. Dünyanın en büyük örümceği ise Güney Amerika'nın kuzey kısmında yaşayan “Goliath Trantula” isimli dev örümcektir. Erkeğinin bacağının boyu 25 santimetreyi bulur. Kurbağaları, kertenkeleleri, fareleri ve hatta küçük yılanları yakalayıp yiyecek kadar güçlüdür. 
Örümcekler, diğer böceklerden farklı olarak sekiz bacağa ve sekiz göze sahiptirler. Büyüme safhasında bir bacak kırılırsa yerine yenisi gelebilir. Vücutları iki parça olup arka kısmındaki bezlerden ağ üretimi başlar, buradaki çok ince deliklerden sıvı ve damlalar halinde verilen ağ malzemesi dışarı çıkar çıkmaz donar. 
Örümcek ağının her tarafı yapıştırıcı değildir. Kurban ağa yakalanınca yapışkan kısmı bildiklerinden kendileri de ağa yakalanmadan onun yanına kadar giderler. Örümcek ağını amacına göre farklı şekillerde örer. Ağdaki ipliklerin de cinsleri yerlerine göre farklıdır. Yumurtaların sarmalanması için ürettiği yumuşak iplik onu aynı zamanda bir uçurtma gibi uçurabilir. Ağın ana yapısı, dairesel kısımları, avı yakalayacak kısmı için elastikiyetleri ve sağlamlıkları farklı ipler üretir. 
Örümceklerin birçok türünde erkeğine göre 4 - 5 kat büyük olan dişinin çiftleştikten sonra erkeğini yediği doğrudur. Ancak bu erkeklerin bir gecelik zevk uğruna katlandıkları bir sonuç değil, kendi nesillerini devam ettirebilmek, kendi evlatlarını üretebilmek için kendilerini dişiye kurban etmeleridir.

15 Nisan 2012 Pazar

Örümcekler Suyun İçerisinde Ağ Örebilirler Mi?

Evet bazı örümcek türleri bunu başarabilir. Su örümcekleri (Argyroneta aquatica) 
hayatlarını su altında geçirirler ve nadiren kuru toprakla temas ederler. Bu örümceklerin çoğu göllerde ve nehirlerde yaşar. Ağlarını da su altında yetişen bitkilerin çevresinden geçirerek örerler. Bu ağ bir çantacık şeklini alır. Su örümcekleri belirli aralıklarla su yüzünden hava kabarcıkları toplarlar ve topladıkları bu kabarcıkları su altındaki ağlarına taşıyarak hepsini birleştirirler. Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklükğe ulaşır ve suyun altında komforlu bir odacık halini alır. Son olarak Argyroneta’nın "gümüş ağ" anlamına geldiğini de ekleyelim.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Şerbetin Bilinmeyen Özelliği Nedir?


Şerbet tatlıların olmazsa olmazıdır. Yüzlerce çeşidi olan şerbet, modern içeceklerin keşfinden önce, özellikle sıcak doğu medeniyetlerinde ferahlatıcı olarak yüzlerce yıldır içilegelmiştir.
Peki şerbetin 1 gün bekletildikten sonra bira kadar alkol içerebileceğini biliyor muydunuz? Eğer şerbet kapalı bir şekilde 1 gün bekletilirse etil alkol fermantasyonu (O2 siz solunum) yaparak etil alkol oluşturur. Biraya yakın bir alkol etkisi vardır.

Şampanyayı Kim Keşfetti?


Fransızlar değil. 
Fransızlar şaşıracak -hatta rencide olacaklar- ama şampanya bir İngiliz keşfidir. Zencefilli biraya aşina olan herkesin bileceği gibi mayalanma doğal olarak köpük yaratır. Asıl sorun daima bu köpüğü kontrol altına almak olmuştur.
İngilizler 16. yüzyılda Champagne'dan fıçılarca ham ve asitsiz şarap ithal edip, bu şarapların mayalanmaya başlaması için şeker ve melas ilave ederek köpüklü şarap yaptılar. Bu şarabı muhafaza etmek için de kömür ateşinde yaptıkları sağlam cam şişeler ve mantar geliştirdiler.
Kraliyet Akademisi'nin kayıtlarının gösterdiği gibi, şu anda methode champenoise [Şampanya Metodu] olarak bilinen yöntem ilk olarak 1662'de İngiltere'de kayda geçirildi. Fransızlar buna ustalık ve pazarlama yeteneği kattılar, ama modern sek (brut) usulü kusursuz hale getirmeleri 1876'yakadar gerçekleşmeyecekti (ve o zaman dahi, bunu İngiltere'ye ihracat yapmak için gerçekleştirmişlerdi).
*İngiltere Fransa'nın en büyük şampanya müşterisidir* 
2004'te İngiltere'de 34 milyon şişe şampanya tüketildi. Bu rakam bütün ihracat pazarının neredeyse üçte biri büyüklüğündedir - ABD'nin iki katı, Almanların üç katı ve İspanyolların yirmi katı.
Benediktin keşişi Dom Perignon (1638-1715) şampanyayı keşf etmedi: Aslında o, vaktinin çoğunu köpükleri ortadan kaldırmaya çalışarak geçirdi.
Onun meşhur haykırışı şöyleydi: "Koşun, koşun; yıldızları içiyorum." Bu haykırış 19, yüzyılın sonunda bir reklam için tasarlandı. Perignon'un şampanyaya gerçek katkısı, değişik bağlardan üzüm çeşitlerini ustaca harmanlaması ve mantar için tel veya kenevir kafes kullanmasıydı. 
*Şampanya adını sadece Fransızların Champagne bölgesi kullanabilir ama...* 
Yasal bir boşluk, sadece Amerikalıların, köpüklü şaraplarına şampanya demelerine izin veriyor. Madrid Anlaşması (1891) sadece Champagne bölgesinin bu ismi kullanabileceğini karara bağladı, Versailles Anlaşması (1919) bu kararı teyit etti, ama ABD Almanya'yla ayrı bir barış anlaşması imzaladı.
Yasak kalktığı zaman Amerikalı şarap tüccarları bu boş-luktan yararlanarak kendi "Şampanyalarını" serbestçe sattılar; bu da Fransızların canını oldukça sıktı.
Zaman zaman şampanya içmek için kullanılan çay tabağına benzer kupa (coupe), Marie Antoinette'in göğüslerinin kalıbını aldırmasıyla yapılmamıştır. Bu kupa ilk olarak (Marie Antoinette'in saltanatından çok daha önce) 1663'te İngiltere'de imal edilmiştir. Bu, şimdiye kadar hiçbir üstsüz İngiliz modeli de çağrıştırmamıştır.

13 Nisan 2012 Cuma

Niçin Deniz Havası İnsan İçin İyidir?

Deniz kenarlarının ‘sağlıklı’ kokusunun nedeni kıyı kenarında yaşayan bakteriler tarafından oluşturulan kimyasal maddelerin az yoğunluktaki varlığıdır. Son dönemlerde yapılan bir araştırma, deniz tuzunun, denizdeki egzos dumanıyla kimyasal tepkimeye girerek limanlardaki hava kirliliğini daha da arttırdığını ortaya koyuyor.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ne Zamandan Beri İnsanlar Gözlük Kullanıyorlar?

Şüphesiz tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmuştur. 13. yüzyılda gözlük ortaya çıkıncaya kadar gerek doğuştan gerekse sonradan göz bozukluğu olan insanlar, ömürlerini böyle geçirmeye, iş yapamamaya hatta evden dışarı çıkamamaya mahkumdular. 
Aslında gözlüğün ana malzemesi olan camın tarihi dört bin 500 yıl evveline kadar gidiyor. Antik dünya insanlarının optik hakkında bilgileri olduğu, camın belirli bir formunun cisimleri büyüttüğünü fark ettikleri biliniyor. Hatta milattan önce bin yıllarına ait, büyüteç olarak kullanılmış cam örneklerine Girit'teki kazılarda rastlanılmıştır. Ne var ki büyütecin cam haline gelmesi çok zaman aldı. 
Gözlüğü ilk bulan kişinin kim olduğu bilinmiyor. İnsanlık tarihinin büyük teşekkür borçlu olduğu, bu parlak buluşu gerçekleştiren kişinin kim olduğu bütün araştırmalara rağmen hala sırrını koruyor. Bu kişinin 1250 veya 1280 yıllarında Venedik'te yaşamış olması büyük bir olasılık, çünkü 13. yüzyılda, Ortaçağda Venedik, İtalya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdi. 
İlk gözlüklerin mercekleri konveks, yani dışbükeydi ve sadece yakını görme problemi olanların işlerine yarıyordu. Uzağı görme sorunu olanların derdine çare olacak konkav (içbükey) merceklerin üretilmesi için yüzyıl geçmesi gerekecekti. Görüldüğü gibi gözlüğün tarih içindeki gelişmesi oldukça yavaştır. 
Uzağı görme sorununu yani miyopluğu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyılda yapılabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlüğün daha çok yakını okuma amaçlı kullanılması, uzağı görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahalı olmalarıydı. 
Gözlük icat edildikten ancak 350 yıl sonra düşmeden yüzün ortasına tutturulabildi. Aslında bu gözlük tarihindeki en son ve önemli buluştu. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük sapım icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildiği için gözlük burun üzerine daha az ağırlık yapıyor, düşme tehlikesi de önlenmiş oluyordu. 
Ancak tüm bu yavaş gelişmeye karşın gözlüğün insanlığa hizmeti büyük oldu, en azından onların yaşama bağlılıklarını arttırdı. Matbaanın icadından, basılan kitap ve gazete sayısının artmasından sonra gözlük lüks olmaktan çıkıp tam bir ihtiyaç oldu. 
14. yüzyıl ortalarında İtalyanlar gözlük camlarına belki şekillerindeki benzerlikten dolayı 'mercimek' anlamında 'lenticchie' adını verdiler. İngilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklaşık iki yüzyıl gözlük camı anlamında da kullanıldı. Günümüzde kullanılan 'lens' adının kökeni de bu sebeple mercimeğe dayanıyor. 
İlk gözlükçü dükkanı 1783'de Philadelphia'da açıldı. Francis Mc Allister dükkanında gözlükleri bir sepetin içine yığıyor, müşteriler de bunları tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni alıyorlardı. 
İlk güneş gözlüklerinin 1430'lu yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığını biliyor muydunuz? Ateşte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi. Sanılacağı gibi Güneş'ten korunmak için de değildi. Çinliler başta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde gözleri görünmesin, düşünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri takıyorlardı. Daha sonraları İtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler de getirildi ama Çinliler onların da çoğunu iste kararttılar.